Canlı bir davet mektubudur cami. İşlerin ortasında, telaşları kesen, bayramları çoğaltan, hüzünleri ağırlayan uhrevi hatırlatıcıdır. Mahallemizin bir köşesinde, evimizin yanı başında, uykumuzun orta yerinde ezanlarca ötelere açar kalbimizi. Bir şehrin siluetini minarelerce göklere yükselten zarafet abidesidir. Hayatın kalbi gibi, bir boşalır, bir dolar. Temizler, öyle uğurlar uğrayanlarını. Kirlerine bakmaksızın karşılar kapısına gelenleri. Günde beş kez, ahirete ilikler dünyamızı. Zamanın baş köşelerinde kutlu çağrılarla Rabbimizin huzuruna bitiştirir kalıplarımızı ve kalplerimizi: Haydi namaza! Haydi felâha!
Modern hayat, biraz da merkezlerin yer değiştirdiği bir hayat anlamına geliyor. Eskiden “merkez camileri” hayatın ve mekânın merkezinde yer alırken, şimdilerde “alışveriş merkezleri” almış durumda onların yerlerini.
Tüketim toplumu denilen şeyi de buradan hareketle anlamak lazım. Çünkü onu en iyi anlatan görüntü bu. Alışverişin ve sahip olma duygusunun hayatın merkezine oturmasıdır tüketim toplumu olmak. Parayla her şeye sahip olabileceğini düşünen insanların çoğunlukta olduğu bir toplum olduysanız, değerleriniz mal mülk sahibi olmaya ve bu dünya için enerjilerinizi azamî derecede harcamaya döndüyse, camiler sadece üç beş yaşlının emeklilik günlerini geçirdiği geçmişten kalma bir mekâna dönüştüyse, hayatınızda çok şey değişmiş demektir. Bu yaşanan, bir “merkez kayması”dır işte.
Merkez kayarsa ne olur? Ne olmaz ki… Dirlik düzenlik kaybolur. İnsanları bir arada tutan ortak zemin kaybolur. Anlayış ve duyuş birliği bozulur. Ferdin kimyası bozulur, iç bütünlüğü dağılır, yaratılışına gabileşir. Geçmişimizi bir hatırlayın: Mahallenin kabadayısı bile söze “Delikanlı mısın sen?” diye başlarken, doğruluğun dürüstlüğün dayanağını mahallenin camisinin temsil ettiği İslâmî değerler bütününden alıyordu. Çünkü delikanlı olmak, ahlâklı olmak, sözünün eri olmak, emanete hıyanet etmemek şartlarını taşımayı gerektiriyordu ki, bunların tamamı İslâm olmadan tanımsız ve dayanaksız kalacak şeylerdi.
Çok ilginçtir, Müslüman bir toplumda camiyi mekândan çekip alsanız, geriye çok az şey kalır. Bu tespit, günümüzde maalesef çok daha ağır boyutlarda geçerli. Eskiden yani dinî ruhun diri olduğu günlerde camiler sosyal mekânın gözbebeğiydi. Ona olan saygı sebebiyle camiden büyük yapılar inşa edilmezdi. Şimdi ise, uzun minarelerine rağmen, yan sokaktaki camiyi önündeki çok katlı binalardan ve gökdelenlerden dolayı göremeyebilirsiniz. Onca ihtişamına rağmen camilerin yıllar içinde sosyal mekânın hâkim ögesinden neredeyse mekâna iliştirilmiş gibi durma noktasına gelmesi, anlayana çok şey anlatıyor.
İnsan, beden ve ruhtan oluşan bir varlıktır. Ruhun bedene olan konumu, süvarinin atına olan konumu gibidir. Atın değeri ancak süvariye yol aldırdığı ölçüdedir. İşte o süvarinin yolu ve hedefi, madde seviyesinin üzerine çıkarak Rabbine ulaşmaktır. Bu çerçevede ruhun beden ve madde planında kaybolmaması çok önemlidir. Caminin mühim rollerinden bir tanesi de işte bu noktadadır.
Cami, madde planında maneviyatı hatırlatan ve maneviyata çağıran en muhteşem sembol ve uyarıcıdır. Nazarlarımızı, maddenin kesreti içinde boğulmaktan kurtarır. Bir manevî merkez olarak bizi vahdaniyete yanaştırır. Öte yandan, bir evdir, Allah’ın evidir, sığınma yeridir. Dünyadan kaçıştır. Maddeden mânâya varıştır.
Caminin olmadığı bir dünya, ihtiras ve rekabet gibi sonu gelmeyen keskin duygularca pay edilmiş, parçalanmış bir dünyadır. Nitekim, çalıştığınız şirkette geçirdiğiniz saatler boyunca, geçim derdinin çok ötesinde birtakım ihtiraslar için de alınteri döktüğünüzü hissedersiniz.
Bir tek camiler, kimsenin sahipliğinde olmayan, herkese ihtirassız ve garazsız kucak açabilen bir hüviyete sahiptir. O sebeple, camide geçirdiğiniz ve namaz kıldığınız bir on dakika boyunca, ruhunuz nefes alır, kalbinizin etrafında biriken tazyik ortadan kalkar ve yeniden hayata döndüğünüzü, hayatlandığınızı duyumsarsınız.
Cami bu yönüyle insanın sılaya dönüşüdür. Kendisine avdet edişidir. Rabbiyle buluşmasıdır. Yabancılaşmaya ara vermesidir. Kafamızın içine yerleştirilmiş sahte endişelerin buhar olup uçmasıdır. Zamanın genişlemesidir, mekânın ferahlamasıdır.
Öte taraftan, camide cemaatin arasında kendinizi büyük bir binanın tuğlalarından biri gibi hissederek, varlığın dayanılmaz ağırlığından kurtulur, nehrin göle kavuşup sükûn bulması gibi huzura erersiniz. Gecenin, yıldızların, semavâtın sekinesi camiye yağar. Şeytanlar uzaklaşır, meleklerce çepeçevrelenirsiniz. Kalbinize huzur dolar.
Camiye adım attığınız andan itibaren ırk, dil, renk, meslek, meşrep, sınıf farkları da ortadan kalkar. Odasına bin bir hürmetle girdiğiniz patronunuzun önüne ancak camide geçebilirsiniz. Renginiz ya da mesleğiniz size camide ne özel bir muameleyi garanti eder, ne de herhangi bir mağduriyete uğramayı.
Cemaatin camide dizilişi, “üstünlüğün takvaya göre oluşu” prensibine uygundur. Vakit namazını önemseyen, dünya işlerine ara verip camiye gelen bir Müslüman, cemaatin önüne geçmeye hak kazanır. Ve takvayla kazanılan bu değer, hiç kimseye “kalıcı bir pozisyon” sağlamaz camide. Eğer bir sonraki vakte gecikirseniz, arka taraflardan bir mevkiyle yetinmek zorunda kalırsınız. Her başarıda olduğu gibi takva da bir rekabet ve yarıştır.
Cami ve cemaat, ayrıca, cemiyetin selamette olmasının garantisidir. Caminin hayatın merkezinden uzaklaşması ve cemaatin inkıraza yüz tutması, toplumda güçlü-zayıf, zengin-fakir hatları boyunca sınıflaşmaların belirginleşmesine ve zaman içinde kök tutmasına sebep olur. İnsanlar tanımlanırken, işçi sınıfı, çalışan kadınlar, yaşlılar, dar gelirliler, orta sınıf vs. gibi kavramlar kullanılmaya başlanır. Ekonomik ve sosyal konum, insanları tarif etmenin en geçerli kriterleri haline gelir.
Kriter ve ölçülerin bu şekilde kayması, toplumda insanların birbirlerine karşı merhamet ve şefkat duygularını da öldürür. Fakirlerin fukaralığı hak ettiğini düşünmeye başlar zenginler. Onlar olmasa, gayrisafi milli hasılanın daha derli toplu olacağını tahayyül eder bürokratlar.
Zenginlik ve servet, toplumun az sayıdaki kaymak tabakası arasında dolaşan bir devlete dönüşür. Kaba esirlik olmasa da ücretli esirlik, toplumun genel-geçer kuralı haline gelir. Gerilimli patron-işçi münasebetleri ülke sathına yayılır.
Peki, camiyi ve cemaati tekrar nasıl canlandırabiliriz?
En başta, sadece Cuma namazlarını değil, vakit namazlarını elimizden geldiğince camilerde kılmamız gerekiyor. Camiye adım attığımızda, cemaatle saf olmanın kurallarına riayet etmemiz lazım. Bugünlerde dikkati çeken bir yanlışlık var ki, cemaat sanki bir an önce camiyi terk etme isteğini izhar edercesine, ön safları tamamlamaktan kaçınıyor. Caminin içi boşken, avluda kalmakta ısrar ediyor. Bu, cemaat ruhuyla uyuşmaz. İmamlarımız ve cami görevlilerimiz, bu konuda daha hassasiyet gösterip cemaati uyarmalı.
Cami ve cemaati ayağa kaldırmanın bir diğer ayağı, hiç kuşkusuz, diğer sosyal fonksiyonların olabildiğince camiye yakınlaştırılması olacaktır.
Eskiden medrese ve çarşının caminin müştemilatı içinde olduğunu nazar-ı dikkate alırsak, hiç olmazsa bugün camilerin bitişiğine kütüphanelerin inşa olunmasına şiddetle ihtiyaç vardır. Caminin eğitim ve ilme yakın durması, cemaati taassuptan uzak tutacağı gibi, ilmin camiye yakın durması da ilim erbabını şüphecilikten koruyacaktır.
…
BİZ NEREDEYİZ, CAMİ NEREDE?
Bugün, her alanda bir diriliş ve öze dönüş çabası içinde olan Müslümanlar, modern dünyanın ifsad edici saldırıları karşısında, camileri yeniden bir sığınak, bir merkez haline getirmelidirler. Minberi ve mihrabı yeniden ihya etmeli, camileri tekrar hayatın merkezine yerleştirmelidirler.
Her namazda defalarca okuduğumuz Fatiha, bize cemaat olmayı emreder: “Ya Rabbi, yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz” derken, ben olmaktan çıkar, biz haline geliriz. İşte Fatiha’daki “biz”in içini doldurabilmemiz için biz hepimiz camide omuz omuza vermeliyiz. Cami, “ben”in gittiği, “biz”in geldiği yerdir; bencilliğin bittiği, kardeşliğin dirildiği yerdir. Camide cemaat olmak, Fatiha’nın anlamını yaşamaktır. Modern dünyanın ırk, renk, dil, sınıf ayrımcılığı ile parçaladığı bilincimizi onarmaktır.
Cami, kurtuluşun habercisi, Rab’le buluşmanın merkezidir. İslâm medeniyeti cami medeniyetidir. İslâm şehrinin merkezinde cami, caminin merkezinde de namaz vardır.
Camiler, Müslümanları toplayıp bir araya getiren, onların hayatını kuşatan mekânlardır.
…
İNSAN OLMANIN RESMİ CAMİLERDİR
İnsanlığın tarihi cami ile başlar: yeryüzünde yapılan ilk bina bir ibadet yeri olup, pek feyizli ve insanlar için hidayet rehberi olan Kâbe’dir. (3/96)
Efendimiz’in Medine’ye hicretinde ilk işi cami yapmak olmuştur. Bu, toplum hayatının kalbi camide atacak demektir. İslâm’ın ilk yıllarından itibaren cami İslâm toplumunda merkezî rol oynamış; hem ibadet, hem eğitim, hem dayanışma, hem de idare yeri olmuştur. İnsan, camilere yabancılaştıkça Rabbine, kendine ve topluma yabancılaşır. Yine insan, ancak Allah’ın evleri olan camilerde kendini bulur ve yeniden dirilir. Bir insanın camide bulunması, Peygamberimizin ifadesiyle, kişinin gurbetten bir yakınının eve dönmesiyle sevinmesi gibi Allah’ı hoşnut kılar. (Bkz: İbn Mâce, Mesâcid, 19)