TR EN

Dil Seçin

Ara

Ekim 2008

post-title

Ekim 2008, 382

Sevgili dostlar,

Bu ay “bereket” konusunu ele almaya çalıştık. İçine girdikçe gördük ki, bereket hakikaten dipsiz bir derya gibi. Gelgelelim, biz bu dipsiz rahmet hazinesinin pek farkında olmadan yaşayıp gidiyoruz. Maddeci bakışın deformasyonu altında olaylara bakmaya alışan gözlerimiz, bereket gibi doğrudan ilahî rahmete bağlı olan bir kavramı algılamakta zorluk çekiyor.

Maddenin mânâya, dünyanın ahirete baskın gelmesi oranında da, bu zorluk artıyor maalesef. Ve giderek, sadakanın rızkı nasıl çoğaltacağını anlamaz oluyoruz. Evimizdeki ihtiyarlarımızın ve yakın akrabalarımızın nasıl bereket direği, rahmet vesilesi ve musibet def edicisi olduğunu kavramaz hale geliyoruz.

Sanıyoruz ki, sofrada sallanan kaşık sayısında azalma olursa, yemeğimiz daha çok olur. Bilmiyoruz ki, sofraya sallanan kaşık sayısınca rızkın ilahî taahhüt altında olmasının bir gereği olarak bereket artar. Eğer meseleyi böyle görebilseydik, her birimiz evlerimizde büyüklerimizi baş köşeye oturtur, onların varlığından neşe alırdık.

Ama böyle yapamadık. Evlerimizi, yuvalarımızı kendi anne babalarımızdan uzağa taşıdık. Onlardan koptuk. Akrabalarımızdan uzaklaştık. Sandık ki, kendi başımıza daha sağlam ayaklarımızın üstünde dururuz. Onlarla buluşma vesilesi olan bayram vakitlerini bile, tatil bildik.

Eğer bugün insanlar iyi kazanmalarına rağmen hâlâ durumlarından şikâyet ediyorlarsa, bereketin genel olarak üzerimizden kaldırılmasında aramalıyız bunun sebebini. Nur Müellifi’nin dediği gibi, rızık ikidir. Birisi, Hûd Suresi’nde “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.” ayetinde ifade edilen ilahî taahhüt altında olan rızık. Diğeri ise, “mecazî rızık”. Yani, insanların açgözlülük ve israfa yatkınlıklarından dolayı zarurî olmadığı halde zarurî ihtiyaç seviyesine çıkardıkları rızık.

Eğer bugün geçinememekten, gelirimizin darlığından şikâyet ediyorsak, herhalde mecazî rızkı gerçek rızık olarak telakki etmemizden kaynaklanıyor bu durum. “Neden benim de evim, arabam, yazlığım, yatım yok?” diye bir düşünce dolaşıyorsa zihnimizde, bilelim ki Allah’ın her birimiz için geçerli olan böyle bir taahhüdü yok. Bunlar bizim çalışmamıza bağlı. Belki ömrümüzün sonuna kadar bu gibi şeylere sahip olmayacağız. Bunu kafamızın bir tarafına yazalım. Öte yandan, rızkımızın artmasını bereketlenmesini istiyorsak, işe yine mevcut rızka memnuniyet ve şükretmekle başlamamız gerekiyor. Zira, bir hadîs-i şerifte geçtiği gibi, “Rızkına razı olanın bereketi artar, razı olmayanınki, bereketsiz olur.”

Madalyonun diğer yüzünde şunu da görmemiz lazım ki, bereket mal çokluğu demek değildir. İnsan kanaat ve iktisat düsturlarıyla az malını çok eyleyeceği gibi, tam tersine israf ve har vurup harman savurmakla çok malını az edebilir. Yine Risale-i Nur Müellifi’nin dediği gibi, Cenab-ı Hak, kereminin yüceliğinden, ikram etme muradının sınırsızlığından dolayı, en fakir adama en zengin adam gibi, yani fakire padişah gibi nimetlerinin lezzetini tattırır. Bu sebepledir ki, bir fakirin kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en alâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetli olur.

Yeter ki, nimeti vereni bilelim, ona halis kul olalım.

Bir sonraki ay buluşmak dileğiyle.

 

— Ömer Baldık

Dergideki Yazılar