TR EN

Dil Seçin

Ara

İran’da İslâm’ın 1372 Yılı

İranlılara 620’li yıllarda ülkelerini Müslümanların fethedecekleri söylenseydi, herhalde gülmekten yerlere yatarlardı. Üstelik, bunda haksız da sayılmazlardı.

Çünkü İran o dönemde dünyanın üç süper gücünden birisiydi. Diğer ikisi, aşağı yukarı yüz yıldır güç mücadelesi sürdürdüğü ve savaşlar yaptığı Doğu Roma Bizans İmparatorluğu, diğeri ise Uzak Doğu’da Çin İmparatorluğu’ydu.

Müslüman Araplar ise o dönemlerde daha kendi içinde birliğini sağlayamamış, kabile ve kan davalarıyla uğraşan, çölde yaşayan karışık bir topluluk görünümündeydiler. Hz. Peygamber, 622 yılında yaşadığı şehir olan Mekke’den kovulmuş ve komşu şehir Medine’ye sığınmak zorunda kalmıştı. Tablo o kadar Müslümanların aleyhineydi ki, hiçkimse böyle bir tablodan Müslümanların galip çıkabileceğine ve sonra da dünyaya hükmedeceğine inanamazdı. Buna işaret eden bir emare yoktu çünkü ortada.

Arapların kendi aralarındaki bölünmüşlük had safhadaydı. Bahreyn, Umman gibi birkaç Arap emirliği vardı; onlar da İran’ın sömürgesi durumundaydılar. Varlıklarını, İran’ın insafına borçluydular. Bu da karşılıksız değildi. Ödemek zorunda oldukları diyet, İran’ı çöl bedevîlerinin taşkınlıklarından korumaktı. Genel manzara böyleyken, 628 yılında, Hudeybiye Antlaşması’nın hemen ertesinde, Allah Resulü, değişik ülke başkanları ve emirleriyle birlikte, İran Kralı Kisra’ya da bir tebliğ mektubu gönderdi. Bu mektup, İslâmiyet ile İran arasında gerçekleşen ilk diplomatik ilişkiydi.

Peygamberin yazdırdığı mektup, zahirî kuvvetlerine bakınca hiç de bir zayıfın güçlüye yazacağı türden bir mektup değildi:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla;

Allah Resulü Muhammed’den, İranlıların büyüğü Kisra’ya:

Selam, hakikat yolunu izleyip Allah’a ve Resulüne iman edenlerin ve Allah’tan başka ilah olmadığına, O’nun bir ve ortaksız olduğuna ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resulü olduğuna şehadet edenlerin üzerine olsun!

Seni İslâm’ı kabule çağırıyorum. Zira ben, Allah’ın kalbleri diri ve akılları başında olanları uyarmak, kâfirler hakkında da o azap sözü gerçekleşmek üzere bütün insanlara göndermiş olduğu peygamberiyim!

Şimdi İslâm’a teslim ol ve felaha er. Ama eğer reddedersen, o zaman Mecusilerin günahları da senin üzerine olacaktır.” (*)

Abdullah b. Huzâfe’nin Kisra’ya uzattığı mektup daha yeni okunmaya başlamıştı ki, İran Şahı, peygamberin isminin kendisinden önce geçtiğini duyunca kızıp bağırmaya başladı. Ve daha mektupta ne denildiğini anlamadan mektubu alıp yırttı. Ardından, “O benim bir kölem durumunda bulunduğu halde, bana böyle yazıyor ha!” dedi.

Abdullah b. Huzâfe Medine’ye Allah Resulü’nün yanına vardığında, bu kızgınlık, hemen aynı şiddette karşı tepkisini buldu.

Peygamberimiz Aleyhisselam:

“Onlar da parça parça olsunlar. O, benim mektubumu parçaladı ha? Allah da onun mülk ve saltanatını parçalasın! O, kendi eliyle mülk ve saltanatını parçalamış oldu! Allah’ım! Onun mülk ve saltanatını parçala!” diye beddua etti.

Tarihsel sebepleri yan yana koyup baktığımızda, 636 yılında İran’ın Müslüman Arapların eline geçmesinde, bu bedduadan daha büyük bir sebep görmek mümkün değildir.

Aslında, Hz. Peygamber ve beraberindeki az sayıdaki Müslüman, Medine’ye hicret (622) etmeden evvel, İranlıların durumlarının günden güne kötüye gideceğini biliyorlardı.

Bir Kur’an ayetinde, Rumlar ile İranlılar arasında geçen savaşta son gülenin kitap ehli Rumlar olacağı geçiyordu. Hatta, ayette geçen “Bid-i sinînde” (üç ya da dokuz yıl içinde) ifadesine güvenerek, Hz. Ebubekir, Kureyş müşriklerinden biriyle yüz devesine iddiaya girmiş ve kazanmıştı.

Öte yandan, yine Hz. Peygamberin ihbarıyla, Farslılar her ne şekilde olursa olsun, dinî hakikatlere yükselecek bir kumaşa sahiplerdi. “Eğer din Ülker Takımyıldızında bile olsaydı, Fars’tan bazı kimseler ona ulaşıp alabileceklerdi.” (1)

Bu hadisin doğruluğu, İranlıların İslâm’a girmesinden önce bile belliydi aslında. Çünkü İslâm İran’a varmadan önce, bir İranlı İslâm’a varmış ve Hz. Peygamberin yanında çok büyük bir konuma ulaşmıştı: Selman-ı Farisî.

Selman-ı Farisî, İran İsfahan’da mecusi bir babanın oğluydu. Ülkesindeki Hristiyanların dinlerinin kendi dinlerinden üstün olduğunu görünce, bir arayışa başladı ve bu arayış onu tâ Medine’de Hz. Peygamber’e kadar ulaştırdı. Macerasını anlattığında, Allah Resulü ve sahabeler hayretle dinlemişlerdi.

Müslüman olduktan sonra başta Hendek Savaşı olmak üzere, İran’ın fethinde çok büyük yararlılıklar gösterdi. Hz. Ali’nin ifadesiyle ona evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi verilmişti. Hz. Peygamberin yanındaki itibarı o kadar yüksekti ki, “Selman ehl-i beyttendir” övgüsüne mazhar olmuştur. Yine Cennet’in özlediği üç kişiden birisi olarak zikredilmiştir.

Selman-ı Farisî İslâm’a vardığında, İranlılar henüz İslâm’dan bihaberdi.

Gerçi mecusilik gibi sapkın bir dine girmeden önce İranlılar İbrahim aleyhisselâmın bildirdiği doğru dine inanıyorlardı. Âsurluların bu ülkeye hâkim olmasından sonra, “Sâbiîlik” adı verilen bozuk inanışlarını İran’da yaymaya başladılar.

Sâbiîler, güneşi, ayı ve yıldızları kutsal birer varlık kabul edip, çeşitli putlara tapınıyorlardı. Tek Allah’a inanmayı emreden ilâhî dinin tamamen unutulmasından sonra, İranlılar Sâbiîlik inancına bağlandılar.

Bunlar, zamanla ateşe de kutsallık tanıdılar. Bir kısmı ateşi doğrudan doğruya tanrı kabul edecek kadar ileri gitti. Bundan sonra ateşe tapma âyinleri uydurdular ve hiç sönmemek üzere içinde ateş yakılan “ateşgede”ler yaptılar.

Mecusiler, ateş yandığı müddetçe hayır ilâhının şer ilâhına galip geleceğine inandıkları için, ateşin hiç sönmeden yakılmasının lazım olduğuna inanırlardı.

Peygamber Efendimizin doğum gecesinde meydana gelen harikulade hadiselerden biri de mecusilerin bin seneden beri yanmakta olan kocaman ateş yığınlarının âniden sönüvermesi oldu.

Dolayısıyla, İran’ın dinî açıdan İslâm karşısında tutunabilecek bir gücü yoktu. Nitekim İranlıların Hristiyanlık karşısında da zayıf kaldığını tarihçiler zikrediyor.

Bu tarihçilerden bazılarının yorumlarına göre, Hristiyanlık inancı öylesine İran’da kök salmıştı ki eğer İslâm İran’a gelmeseydi, Hristiyanlık Mecusiliğin yerini almış olacaktı. Bu çerçeveden bakılacak olursa, İslâm İran’da Hristiyanlığa da galip gelmiştir.

İran’ın İslâm öncesi siyasi tablosuna gelince, döneminin süper güçlerinden birisi olarak Sasani Devleti, Rumlarla 100 yıldır çatışma halindeydi. Fırat Nehri, her ikisinin arasındaki sınırdı. Savaş sırasında bu sınır sürekli değişse de, savaşlar bittiğinde yine aynı sınıra geri dönüldü.

Sasani Devleti’nin siyasi anlamda zayıflamasına asıl neden ise, İran’ın kendi iç yapısı oldu. O dönemde İran’da aşiret-baskın bir toplum yapısı hâkimdi. Padişah ile eşraf arasında sürekli bir çatışma söz konusuydu.

Üstüne bir de padişahın Şahenşah sıfatını kullanmaya başlaması, padişah ile mahalli şahlar (eşraf) arasında çatışmaların iyice alevlenmesine sebep oldu. Sosyal ve siyasi düzen bundan o kadar yara aldı ki, 36 Sasani padişahından sadece birkaçı, 10 yıldan fazla saltanat edebildi.

Fars toplumu aşiretler üzerinde adalete dayalı bir merkezî hükümet kuramadı. Sasanilerin kapalı toplumunda adalet, her bir sosyal sınıfın (aşiretlerin) konumunun korunması ve birbirlerine saldırmaması anlamındaydı. Bu adaletsizlik yüzünden, daha doğrusu toplum kesimleri arasında adalet tesis edilemediğinden, İran’da merkezî hükümet güçlenememiş ve aşiretleri herhangi bir birlik etrafında toplayamamıştır. Ve devletin çöküşü, bu açıdan kaçınılmaz olmuştur.

Sasanilerin merkezî hükümeti güçlendirmek için tarihte ilk defa “resmi din” olgusunu devreye sokmaları da çöküşü engelleyemedi.

Merkezî hükümet, din ve mezhep çeşitliliğinin önüne geçmek ve idareyi merkezîleştirmek için belli bir dinî itikadı öne çıkarttı. Din adamları, “devlet ve dinin gerçekte bir bütün olduğu” teorisini anlatmakla görevlendirildi.

Ancak, devlet ve dinin bağlılığı, kapalı bir kültürün oluşmasına sebep oldu ve bu kültür ilk başta Yunan ve Roma kültürüne karşı koymayı başarmış olsa bile, zamanla esneklikten yoksun ve değişime kapalı olması yüzünden durgun bir kültüre dönüştü. Ve kısa bir süre sonra dinamik İslâm kültürüne yenildi. Gerçekte dinin devlete bağlı olması, birinin çökmesinin öbürünün de çökmesine sebep olmasıyla neticelendi.

İran’ın Müslüman Araplarca fethi sürecine gelince, bu seyir Sasani hükümdarı Hüsrev Perviz’in İran ve Araplar arasındaki seddi kaldırması ve bu durum sonrasında Sasanilerin Zikar Savaşı’nda Müslümanlara yenilmesiyle başladı. Zikar Savaşı’nın önemi, Müslümanların İranlıların zaafiyetini keşfetmeleriydi.

İran’ın Müslümanların kontrolüne girmesini sağlayan esas savaş ise, kumandanlığını Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın yaptığı Kadisiye Zaferi’ydi. Sasani Kralı Yezdicerd’e gönderilen heyetin başında bulunan Hz. Numan, krala şunları söylemişti:

Ey Kisra! Allahu Teâlâ, merhamet buyurarak, bize, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran bir Peygamber gönderdi. O’nun davetini kabul ettiğimiz takdirde, dünya ve ahiret hayırlarını vaad etti…

Biz iman ettikten sonra, bize yakın milletlerden başlayarak onları da adalete, insafa çağırmamızı emretti. Sizi dünya ve ahiret saadetine kavuşmanız için İslâmiyeti kabul etmeye davet ediyoruz. Kabul ederseniz, Kur’an-ı Kerim’in hâkimiyetine göre hareket etmenize yardımcı oluruz. Kabul etmediğiniz takdirde, sizi başkalarına karşı korumak için, himayemize girip cizye vermenizi istiyoruz. Bunu da kabul etmezseniz, o zaman kılıçlar konuşacaktır!”

Tahmin edileceği gibi, Yezdicerd’in buna cevabı çok sert oldu: “Eğer elçilerin öldürülmesi âdet olsaydı, sizi derhal öldürürdüm!”

(Devam edecek)

- Buharî, Tefsir: 62; Tirmizî, 47. surenin tefsiri: 3. deyip, İmam-ı Şâfiî’ye işaret ediyor.