TR EN

Dil Seçin

Ara

Arayış

Arayış

İnsan yorgun. İlişkilerden. Zaman treninde ileriye ya da geriye dönemeden ilerlemekten...

 

İnsan yorgun. İlişkilerden. Zaman treninde ileriye ya da

geriye dönemeden ilerlemekten...

Uzayın sonsuz siyahı engin huzurun kucağıysa,

ona ruhumuzdan daha fazla benzeyeni yok. İkisinin de özü, duman.

O yüzden katılaştırmadan yaşamak gerek hayatı.

Özgürlük, biraz da esneklik demektir.

 

GÜNÜMÜZDE dine çağıranlar az, dünyaya çağıranlar tonla. Reklamlar sana nasıl bir hayat yaşaman gerektiğini anlatıyor en ince ayrıntısına kadar. Dünyadan nasıl zevk alınacağını öğretiyor adeta.

Dine-diyanete gelince, o pek bir sahipsiz. Gözönünde pek modelleri yok. Parlak örneklerini, 1400 yıl öncesinden sunuyor. Bir rock star gibi neyi tanıtsa gençlerin peşinden koşacağı güncel örnekleri, varsa bile, gözönünde değil. Gözönünde olsa bile, göze cazip olmazlardı zaten. Onları görmek için başka bir göz gerek.

Hayat gürültülü bir akış halinde ilerlerken, seçiyor göründüğümüz çoğu şeyi bir zorunluluk olarak yaşıyoruz. Okul sıraları, zincirsiz bir mahkumiyetle esir aldı bizi yıllarca.

“Ders saatinde sınıftan çıkmak yasak!” Bir çıkmayı deneyin hele, gündelik totalitarizmin nöbetçileri sizi daha kapının önünde asi ilan etmeye hazır. Yoksa, Truman Show’daki gibi düzenlenmiş bir sahnede, bizden başka herkesin oyuncu olduğu bir hayatı mı yaşıyoruz?

Büyürken, ne de çok şeyi istemediğimiz halde yapmak zorunda kaldık. Tercihlerimizin ne olabileceği üzerine düşünme fırsatı bile bulamadık. Arkamızda duranlar tarafından öne itildik. Önümüzde duranlarsa kendine çekti bizi.

Özgürlüğün doruk noktası zannettiğimiz gençlik yılları, özgürlüğün bile bir okuspokusla esarete dönüştürüldüğü yıllar oldu. Blucin, tişört ve ellerimizde cep telefonlarımızla, birbirinin fotokopisi izlenimi veren görünüş ve tavırlarımızla, gerçekten özgür müydük? Yoksa, aylak takımının üniformasını mı geçirmiştik bedenimize?

Eksik olan bir şeyler vardı. Dünyaya çağıranların çağrısına cevap verdikçe, bu eksiklik daha da koyulaşıyordu. En varsıl olduğumuzu zannettiğimiz anlarda, en yoksul kalıyorduk. Bilim adamları gibi maddeyi parçalıyorduk, atoma, kuarka iniyorduk, ama ulaştığımız şey bizim için anlamlı olan bir ‘öz’ olmuyordu. Kumsaldaki kum taneleri gibi, zevke dair ne varsa, elimizden rüzgara karışıyordu ufalanıp. Dipsiz bir kuyuydu dünya.

Sonra, oyuna bir ‘dur!’ dedik. Kenara çekildik, yalnız başımıza sulara açıldık. Gürültüden uzaklaştık. İlişkilerin üzerimize ördüğü biçimleyici şartlanmalardan kurtulduk. Kendimize yakınlaştık.

Bize de bu lazımdı.

Kimsenin dikkatini çekmek ya da dikkatinden kaçmak zorunda olmadığımız bir yerdi burası. Bizi kendimizle buluşturan bir yer: İçimiz, kalbimiz...

Anladık ki, bu gürültücü-görüntücü dünyaya karşı ayakta kalabilmek için, kendi içimize doğru büyümemiz gerekiyormuş. Dışarıdaki çap değil içimizdeki çap önemliymiş.

Dünyaya da ihtiyacımız var elbet. Ama Mevlana gibi. Ona mana vermek için. Zaten onu manalandırdıkça, iç çapımız genişlemekte.

Dünya, bedenimize, midemizden fazlasını veremiyor ama, sayesinde açılan anlam katmanlarıyla içimize bir ‘sonsuz ufuk’ açıyor.

Hep merak etmişimdir, astronotlar uzaya çıkıp mavi küreden uzaklaştıklarında ne hissederler? Yaşam tezgahının kurulduğu dünyadan uzakta olmak, bir ‘fetih’ duygusu mu yaşatır onlara, yoksa acizlik içinde bir ‘yalnızlık’ hissi mi? Eminim, ikincisidir. Koca fezada neyi fethedeceksiniz? Milyarlarca küre fezada dolanıp dururken, bir tecik dünya bize kucağını açmışken, karanlığın sonsuzluğuna mı, yoksa küçük maviye mi dönmek istersiniz? Tabii ki ikincisi!

Ama ruh alemi öyle değil... Bu alem dışa açılımcı, bu alemde insan sonsuza gözünü dikiyor. Sonsuzun Sahibi’yle buluşmayı düşlüyor. Bu alemde mesafe kat etmek, insana gerçekten zevk veriyor.

Özgürlük demiştik ya başta, işte gerçek özgürlüğün merdiveni bu alemde(n) yükseliyor.