TR EN

Dil Seçin

Ara

İslamofobya / Avrupa’nın İslam’la İmtihanı

İslamofobya / Avrupa’nın İslam’la İmtihanı

Bugün Avrupa’nın esas sorunu, kamil bir din ihtiyacından kaynaklanan ‘kendine güven’ ve ‘ötekini kucaklayabilme’ sorunudur. Ve İslâmiyet ile aşılanmadıkça, Avrupa bu sorununu hiçbir zaman çözemeyecektir.

 

22 Temmuz’da Norveç’in başkenti Oslo kana bulandı. İslâm karşıtı olduğu anlaşılan sarışın Norveçli, göçmenlere ılımlı yaklaşımıyla bilinen Norveç İşçi Partisi’nin gençlik kampında katliam yaptı.

Batılı medya, olayın ardından bir Müslüman terörist avına çıktı ama ekranda uzun boylu sarışın bir Norveçli belirince, tam bir şoka uğradılar.

Bu şokun ardında, 11 Eylül’den beri ısrarla sürdürülen İslamî terör propagandasının iflası yatıyor aslında. Ne zamandır bütün kötülükleri kendi dışlarında şeytanlaştırdıkları bir dine (İslâm) ve onun müntesiplerine yıkmışken, kendilerinden birinin terörü, temize çıkarılan Avrupalı imajını bıçak gibi kesti. “Terörün dini, dili, ırkı olmaz” gerçeği, ibretlik bir şekilde yeniden kendini gösterdi. Fakat ders almaya niyeti olmayan pek çok batılı gazeteci ve yorumcunun, ‘terörist’ yerine ‘Norveçli çılgın!’ diyerek bu dersi almamakta inat ettiğine hayretle şahit olduk.

Aslına bakarsanız, olayın buralara geleceği önceden belliydi. Avrupa’da yükselen aşırı sağ ve yabancılara gösterilen hoşgörüsüzlük, çeşitli olaylarla kendisini belli ediyordu. Cami ve mescitlere yapılan saldırılar, başörtülü kadınlara yol ortasında hakaret ve fiziksel saldırı, İsviçre’de, Fransa, Almanya, İngiltere ve diğer pek çok Avrupa ülkesinde dinî sembollere, dinî yaşantıya ve cami inşaatına getirilen yasak ve sınırlandırmalar, olayın buralara geleceğine dair güçlü işaretler veriyordu.

Peki, kendisini insan hakları ve medeniyet şampiyonu olarak lanse eden Avrupa’da niçin böyle bir sürece girildi?

Çok değil 50-60 yıl önce yapılan büyük Yahudi soykırımının, yakın dönemde kayıtsız kaldıkları Bosna-Hersek’te yaşanan soykırımın utancı alınlarında duruyorken, çokkültürlülük iddialarını bir yana bırakıp, milliyetçilik ve ırkçılığın zehirli atmosferini ne oldu da yeniden solumaya başladılar?

Doğrusu, bu sorunun cevabını tek bir yerde aramak yanlış olur. Resmin tamamını görebilmek için Avrupa’da son zamanlarda iyice belirginleşen ekonomik sorunları, göçmenlerin artık Avrupa’da kalıcı olduklarının anlaşılmaya başlamasını, İslâmî sembollerin görünürlüğünün artışını ve tarihsel olarak Avrupa’nın çarpıtılmış bir İslâm ve Müslüman algısına sahip oluşunu bir arada düşünmek zorundayız. Bu faktörlerin hepsi birleştiğinde, Avrupa’nın İslâm karşıtlığının yükselişi daha iyi anlaşılabilir.

Bununla birlikte, Avrupa’da İslâm karşıtlığının son zamanlarda yükselmesine yol açan yakın ve sıcak faktör, ekonomi faktörüdür. İzlanda ve Yunanistan ekonomilerinin neredeyse iflas bayrağını çekmesi, İspanya ve Portekiz’in sıraya girmesi, Fransız ve Alman ekonomilerinin durgunlaşmaya başlaması, Avrupa genelinde ‘gelecek kaygısı’nı artırdı.

Giderek artan işsizlik oranları, insanların, özellikle gençlerin kendi refahlarına yönelik bir tehdit olarak gözünü göçmenlere dikmesine yol açtı.

Ama bir o kadar etkili olan diğer bir sebep ise, göçmenlerin İkinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi düşük ücret mukabilinde en zor ve pis işlerde çalışan göçmen statüsündençok yavaş ve kısmî de olsaçıkmaya ve ekonomik anlamda söz sahibi olmaya ve yatırım yapmaya başlamaları oldu. Göçmenler ‘zavallı’ pozisyonundan çıktıkça, bir tehdit olarak algılanıyorlar.

Fakat tek başına ekonomi faktörü, göçmenlerin ‘şeytanlaştırılmasına’ yetecek bir faktör olmadığından, 11 Eylül süreciyle ABD’nin başlattığı ve Avrupa’nın da bundan birinci derecede etkilendiği İslâmiyet'i terörle yan yanaymış gibi gösteren ‘İslâm karşıtı dalga’yı hesaba katmak zorundayız.

Aslında ABD, İran devriminden itibaren ve İran üzerinden İslâmiyet'i şeytanlaştırmaya dönük bir tutum sergilemeye başlamıştı. Ama asıl dönüm noktası, Berlin duvarı yıkılıp Sovyet tehditi ortadan kalkınca, Batılı siyasetçilerin alelacele İslâm dünyasını ‘yeşil kuşak’ adı altında düşman ilân etmesi oldu. Halbuki o dönemde Batı ile İslâm dünyası arasında olağan sorunların dışında görünür ciddi bir problem yoktu.

Bundan da anlaşılacağı üzere, Batının yeşil kuşağı karşısına alması, esasında bir ‘düşman ihtiyacı’nın tezahürüydü. Ekonominin önemli bir kısmını oluşturan silah sanayi soft teknolojiler karşısında ikinci plana itilince, tepki olarak, Teksaslı George W. Bush’un önderliğinde savaş ekonomisine dönüldü. Böylece bir yandan NATO gibi yapılar âtıl bırakılmazken, öte yandan kendi halkları nezdinde ‘güvenlik kriteri’ ön plana çıkartılarak ‘korkuya dayalı’ mevcut statükonun meşruiyeti sürdürüldü.

Ana eksen böyle belirlenince, diğer faktörler ve olaylar bu eksen çizgisinde ya üretildi ya da bu çizgiye çekildi.

Üzerinde derin şüpheler bulunan 11 Eylül olayları, üretilmemişse bile, kesinlikle bu eksen doğrultusunda istimal edildi. Sanki böyle bir olayın meydana geleceğini biliyormuş gibi, Samuel Hungtinton, ‘medeniyetler çatışması’ adını taşıyan ve kendisinden fazlasıyla söz ettiren makalesinde, İslâm medeniyeti ile Batı medeniyeti arasında baş gösterecek muhtemel bir çatışmadan, hatta savaştan dem vurdu. Edepsiz bir Danimarkalının çizdiği karikatürlere gösterilen hesapsız tepkiler, Müslümanların ne kadar hoşgörüsüz olduğuna delil sayıldı. Papalığa seçilen Ratzinger, insanların Kilise’den iyice soğumasına ve rahiplerin karıştığı cinsel skandallara bir çözüm üretmeyi aklına getirmeden, koltuğuna oturur oturmaz, Bizans imparatoru II. Manuel’in ağzından İslâmiyetin bir ‘kılıç dini’ olduğunu söyleme cür’eti gösterdi. Hedefi, Bush’un açtığı savaşta tarafını belli etmek ve ihtiyaç duyulan teolojik desteği sağlamaktı.

Halbuki 11 Eylül meydana gelmeden önce, İslâmiyet ile Hıristiyanlık arasında önemli diyalog girişimleri başlatılmış ve özellikle II. Jean Paul’ün döneminde Katolik tarihinde ilk defa olarak Katolikliğin dışında başka inançlarda da ‘kurtuluş yolları’ olabileceği kabul edilmişti. Fakat 11 Eylül tüm bu olumlu gelişmelere set çekti.

İşte tüm bu faktörler, kimi az kimi daha fazla etkide bulunarak (elbette medyanın sivrilttiği İslâmî terör imajını da unutmadan), bizi bugün keskin bir İslâm karşıtı söylemle yüz yüze getirmiş bulunmaktadır.

Zaten İslâmiyetin doğuşundan itibaren Hıristiyanlık, bu yeni dini kendisine büyük bir tehdit olarak görmüş ve hızlı yayılışını İspanya ve Balkanlar üzerinden Avrupa’ya taşımasıyla deyiş yerindeyse bir ‘varoluş travması’ yaşamıştı. Bugün yaşadığımız İslâmofobyanın kökeni, o günlere dek uzanıyor. Bu anlamda bir tarihsel süreklilikten bahsedilebilir.

Fakat yine de, bugün Avrupa’da yaşanan sorunun esas kökeninde, kanaatimce pek dile getirilmeyen bir başka faktör yatıyor.

Avrupa’nın esas problemi, kendi içindeki iki ayrı Avrupa’nın varlığıdır. Bunlardan biri, kavmiyetçi ve mutaassıp Hıristiyanlığın egemen olduğu Avrupa; diğeri ise hümanist felsefenin yardımıyla teorik anlamda da olsa evrenselliğe açılmış olan Avrupa’dır.

Bugün yaşadığımız sıkıntı, İkinci Avrupa’nın Hıristiyanlıktan ilâhî bir destek alamadığı için bir iki küçük sorun karşısında hemen geri adım atması, tahkim olamaması ve Hıristiyan fanatizmiyle karışık milliyetçilik ve ırkçılık akımına teslim olmasıdır.

Bu da gösteriyor ki, arkasında İslâmiyet gibi evrensel bir din olmayan herhangi bir düşüncenin gerçek anlamda ‘evrensel’ olabilmesi ve ‘öteki’ne yönelik adalet temelinde bir hukuk üretebilmesi mümkün değildir.

Nitekim, Hıristiyanlık ‘öteki’ne yönelik hiçbir hukuk geliştirememiştir. Tarih, bugüne kadar, başka inançtan olana hak-hürriyet tanıma örneklerini ekseriyetle Müslümanlara nasip etmiştir. Bu çerçevede, Kudüs’ü katliam yaparak ele geçiren Haçlıların elinden alan Selahaddin Eyyübi’nin aynı yola başvurmaması veyahut Fatih’in İstanbul’u fethinin ardından Bizans ahalisine dinlerini serbestçe yaşama hürriyeti vermesini, kiliselerini ayakta tutmasını, onları bugün Avrupalıların yaptığı gibi entegrasyon vs. perdesi altında asimilasyona zorlamamasını iftiharla sayabiliriz. Ve İslâm tarihinde genelde karşılaştığımız yaklaşım budur.

Eğer Avrupa da böyle bir evrenselliğe ulaşabilmiş olsaydı, bugün çan kulelerinin yanında yükselen minarelerden rahatsız olmaz, İslâm karşıtı bir söylemde karar kılmazdı.

Dolayısıyla bugün Avrupa’nın esas sorunu, kamil bir din ihtiyacından kaynaklanan ‘kendine güven’ ve ‘ötekini kucaklayabilme’ sorunudur. Ve İslâmiyet ile aşılanmadıkça, Avrupa bu sorununu hiçbir zaman çözemeyecektir.