TR EN

Dil Seçin

Ara

Arayış / Sinema ve Tiyatro Oyuncusu Münir Özkul İle Röportaj

Arayış / Sinema ve Tiyatro Oyuncusu Münir Özkul İle Röportaj

Hangi durumda olursa olsun, gerçeği arayan insan eninde sonunda düzlüğe çıkıyor. Kurtulmaz sanılan nice kimseler, bu arzuyu samimi olarak taşıdıkları için aydınlığa kavuşuyor. Tiyatro sanatçısı Münir Özkul da bu bahtiyarlardan biri, ibret ve heyecanla takip edeceğinize inandığımız bu sohbetin bir özetini sunuyoruz.

Hangi durumda olursa olsun, gerçeği arayan insan eninde sonunda düzlüğe çıkıyor. Kurtulmaz sanılan nice kimseler, bu arzuyu samimi olarak taşıdıkları için aydınlığa kavuşuyor. Tiyatro sanatçısı Münir Özkul da bu bahtiyarlardan biri, ibret ve heyecanla takip edeceğinize inandığımız bu sohbetin bir özetini sunuyoruz.

Ünlü sinema ve tiyatro oyuncusu Münir Özkul, bütün samimiyeti ve candanlığı ile karşımızda... Geçirdiği değişimin de güçlendirdiği hisli bir seslenişle tâ yüreğinden, yüreğinin tam içinden konuşuyor. Bu, binbir çileyle ve ıstırapla yaralı bir yürek... Yarım asra yaklaşan bunalımlardan silkinme hamlesi yapan ve bu hamle gücünü de imandan, yâni doğrudan doğruya Allah’tan alan bir sanatçı yüreği.

Evet, karşımızda konuşan insan baştan aşağıya, tepeden tırnağa kalp kesilmiş... Sorularımıza cevap olan sözler kelimeler mi, yoksa bir duygu coşkunluğu içindeki kalbin ürperişleri, titreyişleri ve seğirişleri mi?

...

S- Münir Bey, içinde bulunduğunuz, inanç, fikir ve anlayış değişmesi bizi çok sevindirdi, inşaallah hayatınıza da yansıyacak olan bu iç değişimi devam edecek ve tamamlanacaktır.

C- İnşallah Efendim, çok teşekkür ederim...

 

S- Ben sizdeki bu değişmeyi sormak istiyorum. Niçin değişmek istediniz? Bunu gerektiren huzursuzluklarınız, bunalımlarınız, dertleriniz nelerdi?

C- Huzursuzluk, tek kelimeyle inançsızlıkta. Çünkü inanacak hiçbir şeyim yoktu. Ben o zamanlar bugün inandığım şeyleri inkâr etmek istiyordum. Çünkü, yine o zamanlar bize şöyle telkinler yapılıyordu: “Müsbet kafalı olun. Görmediğiniz şeylere inanmayın. Herkesin kafası ve bilinci var. Bunun için de anlamadığınız şeye inanmayın.”

Sonra ilkokul sıralarında da bu telkinleri destekleyen icraatlar yapıldı. Tam hatırlamıyorum, camiler mi kapatıldı, namaz mı yasaklandı, bir şeyler oldu yâni... Ya da o zamanki biz gençlere mi öyle geldi bilemiyorum. Bütün bunların sonunda bizim kafamıza sokulan temel fikir şöyle oldu:

Dindarlık ve inanç sahibi olmak gericiliktir. İnançsızlık ise ilericiliktir. Bu da ne demektir pek derinlemesine anlamamıştık ama, içimizde beliren sonuç bu yorum oldu. Bunun tesiriyle hepimiz yavaş yavaş o yönde ve anlayışta yetiştik. Ve ben, KÜÇÜK SAHNE’de tiyatro oyuncusu iken, bilinçli olarak “hiçbir şeye inanmıyorum” dedim. (1951) Ve böyle demeyi de, babamı geçmek zannettim. Somut olarak bunu buldum.

 

S- Öyleyse, babanız o zaman sizin için dini temsil ediyordu.

C- Tabii, dindardı ve hatta mutasavvıf bir adamdı. Kendisi beş vakit namazlı bir insan olduğu halde, bir gün bana sen de kıl dememiştir. Ya da, içki içme dememiştir. Kendisinin ilgilendiği konularla benim de ilgilenmem için baskı yapmamıştır. Yâni çok ileri kafalı bir adamdı babam. Ancak, 40 sene de geçse, insan aslına dönüyor. Hatta aslından büsbütün kopamıyor. Meselâ hiç unutmam, inkâra düşmeden önce, Küçük Sahne’nin tuvaletlerinde yüzüme gözüme, elbiseme üç kere sular sıçratarak sözümona abdest alırdım. Bilhassa zor oyunlarda, sıkıştığım sırada nefesim kesilip takatim kalmadığı zamanlarda, içimden, tâ derinlerden “Allaaahh!” diye bir ses gelirdi ve ben oyunu alıp götürürdüm...

Hatta bunlara benzer şeyler, daha sonra inkâr ettiğim zamanlarda da oldu. Neyi inkâr ediyorsun zaten... İşte, saçmalık ve çocukça bir kafa...

Ben o dönemlerden sonrasını bir karanlık olarak nitelendiriyorum. İçkiler, bunalımlar ve hayatım kapkaranlık... Hiçbir ışık ve ümit yok… Ne şöhret, ne para, ne diğer zevkler hiçbiri beni ilgilendirmiyordu. Ulaştığım hiçbir şey, huzur ve doyum vermiyordu. Psikolojik ve şahsî etkenlerin de rolü olmakla beraber, hep devam eden bir kapkaranlık bunalım devresi... Ve müthiş bir boşluk...

Sonradan eski yola dönmek isteyince, rüyalar görürüm, sesler duyarım. Hep böyle masalımsı bir hayat yaşarım. Zaten genelde duygusal bir insanım. Babamla rüyamda konuşuyorum, filân... Şimdi ise, aşırı bir şekilde dine dönmek, hattâ şekle dönmek geliyor içimden... Çünkü, her şeye rağmen bu yaşımda, o kadar kimsenin yapmayacağı dozda her zehirli şeyi kullandığım halde, vücuduma bir şey olmaması, hala sağlam oluşu, Allah’ın bir lütfü gibi geliyor bana. Artık O’nun yolundayım ve Onun peşindeyim, bir sene bu mesleği, her şeyi bırakmak ve sadece ibadet etmek istiyorum.

Diyecekler ki benim için:

“Biliyor musunuz, Münir gene oynatmış, falan filân…” Anlayacağınız çevremden çekiniyorum. Desinler. Ben on küsur defa tımarhaneye girdim. Bunlar çok söylendi benim için. Korkunç bir raporumun da olduğunu söylemek istiyorum.

Gerçi şu Ramazan’daki mübarek günlerden sonra bir sene inşaallah, sadece düşünmek ve ibadet etmek ve çok mecbur olmadıkça çalışmamak istiyorum.

Hani jübile diye bir tâbir vardır. O neymiş biliyor musunuz? Bu, bir eski Yahudi âdetiymiş... Bir insan 50 yaşına gelince, çevresi dermiş ki: “Dur, sen çok yoruldun. Bu hayat yolunda doğru mu yapıyorsun, yanlış mı, sen çekil, bir sene düşün! Hayatının bir muhasebesini yap!”

Bu gayeyle kenara çekilen o insan, hiç çalışmazmış ve konu komşunun getirdikleriyle yaşarmış. İşte, jübiledeki yardım da bu anlama geliyor. Adam bir sene düşünür ve sonunda ya başka bir işe atlarmış ya da mesleğine devam edermiş... İşte, ben de böyle bir şey yapmak ihtiyacındayım.

Bir başka şey daha var. Benim annem ve babam bu mesleğe girmemi hiçbir zaman istemediler. Gariptir ama, annem paşa olmamı istiyordu. Ben de bu hevesteydim ve küçükten beri, “peki, paşa olacağım, paşa olacağım” diyordum. Sonraları aktör olunca, annemi pek zor da olsa ikna ettim ama, yüzündeki o üzüntü ifadeleri ve hüzün, hâlâ gözümün önünden gitmez. Mesleğimde başarı gösterip annemi memnun edecektim. Yâni onu gönülden râzı edip, bu işi yapacaktım. Fakat annem, sahneye çıkışımdan bir ay sonra öldü.

Aslında aktörlük meslek değildir, meşreptir. Ben, bir mesleğim olsun istiyorum. Meselâ, bir dükkân açayım, orada bir iş yapayım, bu da yedek iş gibi olsun diyorum. Eskiler böyle yaparlarmış. Ben de onlar gibi düşünüyorum. Tabii gerçekleştirebilirsem, o bir sene ibadetten sonra ne olacağını henüz kestiremiyorum. Fakat böyle düşünceler içindeyim.

 

S- Efendim, inşaallah çok güzel şeyler olacaktır.

C- İnşaallah efendim...

 

S- Münir Bey, benim çok dikkatimi çekti. Çevre üzerinde çok durdunuz. Hele de sanat çevresi... Evet, sanat çevresi, büyük şehir çevresi... Bunların tesirlerini nasıl buluyorsunuz insan üzerinde. özellikle bizim İstanbul gibi, ne Batılı, ne Doğulu olan karışık çevrelerin tesirlerini nasıl açıklarsınız?

C- Aman efendim, nasıl açıklayabilirim. Bu tesirler maalesef berbat bir şekilde ortaya çıkıyor. İnsanda ne rahat, ne de huzur kalıyor...

Biliyorsunuz, yeni Almanya’ dan geldim. Ben, Amerika hariç, bu kadar düzenli, bu kadar sistemli bir ülke düşünemiyorum. Aslında sevmeyerek gittim ama, iki aydan daha fazla bir zaman kalmak zorunda olunca, çevreyi tetkik etme imkânı buldum. İşte bu düzen, oradaki Türkleri sıkıyor. Hiçbiri oradan memnun değil. Dünyanın en zengin ve en ileri memleketlerinden biri bile onları sıkıyorsa, düşünmek gerekir. Demek ki biz, hiçbir zaman Batılı olamayacağız. Zaten biz, adı üstünde gerçek bir Doğulu değil miyiz? Benim fikrim, hiçbir zaman Batılı olamayacağımız şeklindedir. Ancak, belki bir sentez düşünülebilir. İkisini Doğu-Batı sentezi şeklinde birleştirip bir neticeye gidebilirsek, belki olur. Tabii bu da bir süreç, bir zaman meselesi yâni...

 

S- Efendim, içinizde duyduğunuz Allah inancında, ondan mahrumken duymadığınız neleri duydunuz. Size nasıl bir his verdi Allah’a iman etmek?

C- Allah inancı ve duygusu, her zaman aynı güçte duyulamıyor. Bir de şundan korkuyorum. İçki dedim, sonuna kadar gittim, tadını kaçırdım. Tiyatro dedim, o da öyle... Şimdi de Allah diyorum. Benim için, bunun da sonuna kadar olmaması imkânsız. Acaba o zaman ne yaparım. Bunda da aşırı gidip sapıkça şeyler yaparım diye korkuyorum. Bu da beni biraz frenliyor.

Ancak, o duyguyu, Allah inancını içimde hissettiğim zaman sonsuz bir huzurla beraber, sonsuz bir güç buluyorum. Bunların neticesi olarak da târifsiz bir güven duygusu içimi kaplıyor. Aslında benim bütün hayatım boyunca daima aradığım şey bu imiş... Anlatamam nasıl zevk veren duygular bunlar... Bunları da eşimle beraber konuşuyoruz ve buluyoruz. Bu yolda onun büyük yardımlarını, desteğini ve teşviğini gördüğümü söylemeliyim.

 

S- Efendim, değerli eşinizi de bu rolünden dolayı candan tebrik ederim. Bu arada şunu da ifade etmek isterim: Siz sanatçı kişiliğiniz ve bunca kültür birikiminizle, Allah inancına da ilmî açıdan bakmalısınız. Böyle yapabildiğiniz ölçüde Allah’a bağlılık ve imanda ne kadar ileri giderseniz gidiniz, ölçülü ve dengeli kalabilirsiniz.

Münir bey, devam ediyor. 

C- Secde sırasında, başımı eğince galiba kan da başa geliyor ve insanda bir küçülme, bir teslimiyet, bir mahviyet doğuyor... Bu bakımdan ben de secdeyi çok seviyorum.

 

S- Efendim sizin de katıldığınız üzere secde, teslimiyetin en bâriz ifadesi oluyor. Biraz da insanın egosu eziliyor. Bir üstünlüğe teslim olmanın zevkini duyuyorsunuz, insan olarak yalnızlıktan kurtuluyor ve Allah’a bağlandığınızı ilan ediyorsunuz.

C- Ama, bakınız ego dediniz. Bu tür tâbirler hep Batı tesirinden gelen şeyler... Batı’nın önemli bir yanını temsil eden Froyd doktrininin altında, sanki gizli bir peygamberlik iddiası yatıyor gibi bir intiba bırakıyor. Çünkü, Froyd’u komple olarak da biraz biliyorum. Eski inkâr zamanlarımda, iki buçuk sene psiko-analiz yaptırdım.

O zamanlar, kalp durdu mu, ötesi böceklerin, akreplerin işidir, her şey bitmiştir sanıyordum. Halbuki çocukluk günlerimden kalan Cennet, Cehennem gibi başka duygular, başka âlemler vardı. Onların hepsi silinip gitti, zannediyordum. Ama şimdi anlıyorum ki kesilmemiş.

 

S- Demek ki farkına varamadığınız biçimde devam etmiş...

C- Evet, öyle... Bir ara Merkez Efendi’ye, Dergâh’a gitmiştim. Çünkü, 30 sene evvel de geçirdiğim krizler ve sarsıntılar sonucu Allah’a ihtiyaç duymuştum. O zaman 86 yaşındaki Merkez Efendi’nin Şeyhi Nurullah Bey, geçen gün yine ziyaret ettim, meğer 100 yaşında vefat etmiş...

Nurullah Efendi, bana, “Gel bu cuma vaazımı dinle. Senden de bahsedeceğim” dedi. Gerçekten de benden bahsetti. Şöyle dedi:

“Öyle insanlar vardır ki, dünyanın makbûl sayılan bütün nimetleri içinde yüzerken, yine de tatmin olmuyorlar, başka bir gerçek arıyorlar ve Yüce bir güce sığınmak istiyorlar. Bunlar vaktiyle yaptıklarından üzülmesinler. Çünkü, onların yetiştiği zamandaki eğitim öyleydi... Yâni eğitimin yanlışlığı vardı. İkincisi de, bunlar bizce daha makbuldür. Çünkü biz, bunlara şaraptan dönme sirke deriz.”

Nurullah Efendi’nin o lâfı da çok hoşuma gitmişti... Zîra bu sözü, benim alkol durumumu da bilerek söylüyordu.

Biz bu konuşmayı yaparken, yan taraftaki odadan Münir Bey’ in de rol alacağı Orta Oyununun prova sesleri geliyordu. Sohbetimizi, bu provayı Münir Bey adına bölerek yapabilmiştik. Ama, Fındıklı Parkı’na doğru inerken, ben, hayat oyununun en önemli dönemecinde gördüğüm ÖZKUL’lara, özden kul olabilmek yolunda kolaylıklar nasip etmesini Allah’tan dilemekteydim. Allah, onlara ve hepimize öz kulu olmamızı nasip etsin...