TR EN

Dil Seçin

Ara

Dünyaca Ünlü Pakistanlı Kriket Oyuncusu Imran Han Anlatıyor: “Neden Dinimden Kopmadım?”

Benim kuşağım sömürge devirlerinin en canlı olduğu bir zamanda büyüdü. Bizden önceki nesiller köleydi ve İngilizlere karşı büyük bir aşağılık kompleksine sahiptiler. Benim gittiğim okul, Pakistan’da tüm seçkinlerin gittiği okullardan biriydi. Bağımsızlığımızı kazanmamıza rağmen, bu okullar kişilik sahibi Pakistanlı yetiştirmektense, birbirinin aynısı insanlar yetiştiriyordu.

Ben Shakespeare okudum; iyiydi. Ama Pakistan’ın milli şairi büyük âlim Muhammed İkbal’i okumadım. İslâm araştırmalarıyla ilgili sınıf ciddiye alınmıyordu ve ben okulu bitirdiğim zaman, ülkenin seçkinleri arasında görülen birisi olmuştum. Çünkü İngilizce konuşabiliyordum ve Batılı kıyafetler giyiyordum.

Okul törenlerinde düzenli bir şekilde “Pakistan Zindabad” (Pakistan Sonsuza Dek) diye bağırmama rağmen, kendi kültürümün geri olduğunu, dinimin ise güncelliğini yitirmiş olduğunu düşünüyordum. Arkadaş grubumuz içinde eğer din hakkında konuşan, dua eden ya da dinî hassasiyetinden dolayı sakal bırakan birisi olursa, o kişi alaycı bir ifadeyle hemen ‘molla’ diye isimlendirilirdi.

Batı medyasının gücü nedeniyle kahramanlarımız, Batılı sinema yıldızları ve pop şarkıcılardı. Böyle bir zihin dünyasına sahip olarak Oxford’a gittiğim vakit, işler hiç de daha kolay olmadı. Oxford’da sadece İslâm değil, tüm dinlerin anakronizme, yani yaşadığımız çağ ile uzlaşmaz bir duruma düştüğüne inanılıyordu.

Bilim, dinin yerini almıştı ve eğer bir şey mantıksal olarak ispat edilemezse, o şey yoktu. Tüm doğa üstü, sadece filmlerle sınırlıydı. Yarı pişmiş evrim teorisiyle güya insanın yaratılmamış olduğunu, dolayısıyla dini çürüttüğü düşünülen Darwin gibi filozoflar okunuyordu ve saygı görüyorlardı.

Dahası, Avrupa tarihi dinle yaşanan korkunç tecrübeyi aksettiriyordu. Engizisyon döneminde Hristiyan din adamları tarafından işlenen dehşetli cinayetler, Batı aklında güçlü bir etki bırakmıştı. Batının sekülerizm üzerinde neden bu kadar ısrarlı olduğunu anlamak isteyen biri, İspanya’da Kordoba gibi yerlere gitmeli ve İspanya Engizisyonu tarafından kullanılan işkence aletlerini görmeli. Ayrıca bilim adamlarının din adamları tarafından kafir suçlamasıyla zulüm görmeleri, Avrupalıları tüm dinlerin geçici olduğuna inandırdı.

Bununla birlikte, benim gibi insanları dinden soğutan en büyük faktör, bazı Müslümanlarda görülen “seçmeci İslâm” tavrıydı. Kısaca, onların yaşamında görülen uygulamalar ile va’z ettikleri arasında kapatılamaz bir fark vardı. Ayrıca, dinin gerisindeki felsefeyi ve anlamı izah etmek yerine, ibadetler üzerine aşırı vurgu vardı. Halbuki insanların entelektüel olarak da ikna edilmeye ihtiyaçları vardı. Kur’an’ın sürekli olarak muhakemeye davet etmesinin sebebi belki de buydu.

Eğer işim Allah’a değil de çevremdeki insanlara kalmış olsaydı, herhalde ateist olurdum. Ateist olmayışımın tek nedeni, annemin çocukluğumdan beri üzerimde bıraktığı güçlü dinî etkiydi. Elbette hiç imanı olmayan biri de değildim, ama anneme olan sevgim de Müslüman olarak kalmamda etkili oldu.

Gene de, seçici bir İslâm anlayışına sahiptim. Dinin sadece bana uyan kısımlarını kabul ettim. İbadetlerim sadece dinî bayramlar ve babamın beni camiye götürmek için ısrarcı olduğu Cuma namazlarıyla sınırlıydı. Fakat genel olarak, bir Pukka Brown Sahib (İngilizleşmiş Pakistanlı) olmaya doğru emin adımlarla ilerliyordum. Ne de olsa, üniversite okuyordum ve hepsinden öte, bizim esmer önderlerimizin (Pakistan elitinin) kurban olduğu İngiliz aristokrasisine kabul edilmiştim. Şimdi soracaksınız, peki beni Pakistan elit kültürüne sırt döndüren neydi ve nasıl yerli değerlerine sahip çıkan birisi oldum?

Doğrusunu söylemek gerekirse, akşamdan sabaha olmadı bu. Bir kere, benim kuşağımın tevarüs ettiği aşağılık kompleksi, dünyada adı duyulan bir sporcu olmaya başladıkça eridi. İkincisi, ben iki kültür arasında kendine has bir konumda yaşıyordum. Her iki toplumun da avantajlarını ve dezavantajlarını görmeye başladım.

Batı toplumlarında kurumlar güçlü, Doğu ülkelerinde ise çabuk yıkılabiliyor. Bununla birlikte, bizim geçmişte ve halen üstün olduğumuz alanlar var. Aile hayatımız gibi mesela. Bunun Batı toplumlarının en büyük kaybı olduğunu fark ettim. Kendilerini din adamlarının baskısından kurtarmaya çalışırken, tanrıyı ve dini de hayatlarından çıkarmışlardı.

Her ne kadar bilim pek çok soruya cevap verse de, iki soruya asla cevap veremiyordu: Birincisi, var oluşumuzun amacı nedir? İkincisi, öldüğümüz zaman bize ne olacak? İşte buradan doğan boşluktur ki, materyalist ve zevkçi bir kültürün ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ben böyle düşünüyorum. Eğer sadece bir tek hayat yaşayacak isek, demiri tavında dövmek zorundayız ve bunu yapabilmek için insanın paraya ihtiyacı vardır. Onların düşüncesi bu. Böyle bir kültürün bir insan bünyesinde psikolojik sorunlara sebep olması kaçınılmazdır.

Çünkü beden ve ruhu arasında bir dengesizlik meydana gelecektir. Sonuç olarak, maddi ilerlemenin en üst düzeye ulaştığı ABD’de, vatandaşlarına sayısız hak vermiş olmasına rağmen, nüfusun % 60’ı psikiyatristlerle temas halinde yaşıyor. Buna rağmen, modern psikolojide anlaşılmaz bir şekilde insan ruhu araştırılmıyor. Yurttaşlarına en fazla refah sağlayan İsveç ve İsviçre’de intihar oranlarının en yüksek düzeyde olması şaşırtıcı değil mi? Demek ki, insana maddi refah yetmez, fazlasına ihtiyacı vardır.

Ahlâkın kökeni dindedir. Din bir kez rafa kaldırılınca, 70’li yıllardan bu yana ahlâksızlık aşamalı olarak arttı. Onun doğrudan etkisi, aile hayatını vurmak şeklinde oldu. İngiltere’de boşanma oranı % 60’lara çıktı, ayrıca % 35 oranında boşanmış anneler çocuklarıyla tek başlarına yaşıyor. Suç oranı hemen hemen tüm Batılı toplumlarda artıyor ama en rahatsız edici gerçek, alarm verici boyutlara ulaşan ırkçılığın yükselişi. Bilim insanın eşit olmadığını kanıtlamaya çalışırken (Amerikalı zencilerin beyazlardan genetik olarak daha az zeki olduğunu gösteren son araştırmalar gibi), insanların eşit olduğunu açıklayan sadece dindir.

1991 ile 1997 yılları arasında Avrupa kıtasına yapılan toplam göçün 520 bin olduğu tahmin ediliyor ve bu göçmenlerin hemen hepsine de özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya’da ırkçı motivlerle yönelen saldırılar gerçekleşti. Afgan Savaşı sırasında Pakistan’da dört milyon mülteci vardı ve çok daha fakir olmasına karşılık Pakistan’da hiç de ırkçı bir gerilim yaşanmadı.

80’li yıllarda bir dizi olay beni Allah’a yöneltti. Kur’an’da buyrulduğu gibi, “Anlayan insanlar için ayetler vardır.” Benim için bu ayetlerden (işaretlerden) biri, kriketti. Bu oyuna başlayıp zamanla geliştirdiğimde, şans diye düşündüğüm şeylerin aslında Allah’ın iradesi olduğunu fark etmeye başladım. Yıllar ilerledikçe bu husus, iç âlemimde daha berraklaştı. Fakat İslâmi düşüncelerimin asıl gelişmesi, Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” kitabının sonrasına rastlar.

Batı dünyasında yaşamakta olan benim gibi insanlar, Müslümanların kitaba gösterdiği tepkiyi takip eden dönemde, İslâm’a karşı gösterilen önyargılar karşısında en fazla zor durumda kalan kişilerdir. Darbenin en ağırına biz göğüs germek durumunda kalıyoruz. Önümüzde iki seçenek kalıyor: Ya savunacağız ya da sıvışacağız. İslâm’a yönelik saldırıların haksız olduğunu güçlü bir şekilde hissettiğim için dinimi savunmayı tercih ettim. Ancak o zaman, bu işi yapabilmek için İslâmi bilgimin yeterli olmadığını, bu konuda yeterince donanımlı olmadığımı fark ettim. Bundan ötürü, araştırmaya başladım ve bu, hayatımın en büyük aydınlanma süreciydi. Ali Şeriati, Muhammed Esed, İkbal, Gai Eaton okudum. Ve bunlara ilaveten, elbette bir Kur’an çalışması yaptım.

“Hakikati bulma”nın benim için ne anlama geldiğini kısaca açıklayayım. Mü’minler Kur’an okuduklarında daima “İman edenler ve salih amel işleyenler” ifadesiyle karşılaşırlar. Başka bir deyişle, bir Müslümanın ikili bir işlevi vardır: Biri Allah’a karşı, diğeri insanlara karşı.

Benim için Allah’a inanmanın en büyük sonuçlarından birisi, insanlara karşı hissettiğim korkuların tamamen ortadan kalkmasıydı. Kur’an, “Hayat ve ölüm, itibar ve zillet Allah’ın hüküm dairesindedir.” diyerek insanı diğer insana esir olmaktan özgürleştirir. Bu münasebetle, hiç kimseye boyun eğmek zorunda değiliz.

Üstelik, yaşadığımız dünya ebedi olana hazırlık yaptığımız geçici bir yer olduğu için kendi üzerime vurduğum prangaları da kırdım attım. Mesela yaşlanmak korkusu, (batı dünyasında bu nedenle ‘plastik cerrahi’ aldı başını yürüdü) materyalizm, ego, insanlar ne der gibi. Şunu da ekleyeyim ki, insanlar nefsî arzularını yok etmek zorunda değiller, ama onlar tarafından kontrol edilmek yerine, onları kontrol etmeleri gerekiyor.

İslâm’ın salih amel uyarısını hayatıma geçirerek daha iyi insan olduğumu düşünüyorum. Bencil ve kendisi için yaşayan birisi olmak yerine, Kudretiyle Allah’ın bana lütfettiğinden ihtiyaç duyanlar için kullanmak zorundayım. İslâm’ın esaslarını takip ederek bunu yapmaya devam edersem, fanatik birisi olup çıkmam. İşte bu yolda yürüyerek, fakir insanlara karşı merhamet hissiyle dolu olan hoşgörülü ve verici bir insan oldum. Başarıyı Allah’a atfederek, kibir yerine tevazuyu öğrendim.

Ayrıca, kendi insanımıza karşı züppe tavırlı Pakistan seçkini gibi davranmak yerine, eşitlikçiliğe inanıyorum ve güçlü bir şekilde toplumumuzdaki zayıflara yapılan adaletsizliklere karşı öfke doluyum. Kur’an’a göre “zulüm cinayetten bile beterdir.” Aslında ancak şimdi İslâm’ın hakiki anlamını kavrıyorum, eğer Allah’ın iradesine boyun eğmişsen, bir iç huzuru kazanırsın.

İmanım sayesinde daha önce var olduğunu hiç bilmediğim ve hayatımda potansiyelimi açığa çıkartan içimde bir kuvvet keşfettim. Pakistan’da bizim seçmeci bir İslâm’a inandığımızı hissediyorum. Sadece Allah’a iman etme ve ibadetleri yerine getirme yeterli değildir. Ayrıca iyi ve ahlâklı insan da olunması gerekiyor.

Pakistan’ın yüz yüze geldiği problemlerden biri, iki tepkisel grup arasında yaşanan kutuplaşmadır. Bir tarafta, İslâm’a Batılı gözlerle bakan ve onun hakkında yetersiz bilgiye sahip olan “Batılılaşmış grup” var. Bunlar toplumda İslâm’ı öne çıkaran kişilere güçlü bir şekilde reaksiyon gösteriyorlar ve sadece dinin belirli kısımlarının vurgulanmasını istiyorlar. Diğer uçta ise, bu Batılı elite karşı tepki veren “Geleneksel grup” var. Bunlar da imanın savunucusu olmaya çalışıyorlar, ama bunu yaparken bazen hoşgörüsüz olabiliyorlar.

Yapılması gereken şey, iki taraf arasında bir diyaloğun başlamasıdır. Bunun gerçekleşmesi için İslâm’ı güzelce araştırmalı ve öğrenmeliyiz. İnsanların Allah’a iman edip Müslümanlığı yaşamaları, bütünüyle kendi tercihleridir. Kur’an’ın bize ifade ettiği gibi, “Dinde zorlama yoktur.” Fakat toplumun bir kesimi de, diğer kesimi aşağı görerek problemleri çözemeyeceklerini anlamak zorunda. Kendilerini bilgiyle donatmalılar. Kur’an, Müslümanları “vasat ümmet” olarak tarif ediyor, aşırı uçlar olarak değil. Mübarek Peygamberimiz’e (asm) sadece mesajı iletmesi, insanların iman edip etmemelerinden dolayı üzülmemesi söylendi. Dolayısıyla İslâm’da bir kimsenin fikirlerini başkasına zorla kabul ettirme yoktur.

Dahası, bize diğer dinlere, ibadet yerlerine ve peygamberlere saygılı olmamız öğretildi. Malezya ya da Endonezya’ya hiçbir Müslüman misyoner ya da ordu gitmedi. Ama bu insanlar kendilerine din olarak İslâm’ı seçtiler. Çünkü onlarla iş yapan Müslüman tüccarlar ilkeli bir kişiliğe ve mükemmel bir karaktere sahiplerdi. Şu anda İslâm için en kötü reklam, özellikle dinin insanları haklarından mahrum etmek için kullanılmasıdır. Aslında İslâm’ın esaslarına uyan bir toplum hür düşünceli olmalı. Eğer Pakistan’ın Batılılaşmış sınıfı İslâm’ı araştırmaya ve öğrenmeye başlarsa, bu sadece toplumun mezhepçilik ve aşırılaşmaya karşı koymasına yardım etmeyecek, aynı zamanda terakki odaklı bir din olarak İslâm’ın ne olduğunun anlaşılmasını da sağlayacaktır. Unutmayalım ki, İslâm evrensel bir dindir ve bizim peygamberimiz (asm) tüm insanlara gönderilmiş bir rahmet peygamberidir. Biz O’na teslim olmaz isek, Allah bizim yerimize başkalarını getirmeye elbette kadirdir.

(Imran Khan)