TR EN

Dil Seçin

Ara

Morrie İle Her Salı / Sinema

Vizyonda olmasa da, her zaman seyredilecek değere sahip filmler vardır. Morrie ile Her Salı, işte onlardan biri. Hollywood sinemasının genel seyrinin aksine, filmde oldukça yoğun bir “hikmet dili”ne şahit oluyoruz. Başrol oyuncularından Jack Lemmon, ölmeden önce en son bu filmde rol olarak arkasında güzel bir hediye bırakmış bana göre.

1999 yapımı filmde özellikle çarpıcı olan, modern kent yaşamının çarklarına kendisini kaptırmış olan genç bir adama, yaşlı ve ölümcül bir hastalığa yakalanmış olan eski hocası aracılığıyla hayatın anlamının öğretilmeye çalışılması. Genç adam, günümüz hayat tarzı içinde yapılabilecek neredeyse tüm yanlışları yapıyor. Amerikan kültürünün aşıladığı şekilde “kendi kendine yeten” bireyci bir yaşam kurmaya çalışıyor. Başarılı bir spor muhabiri ve kariyeri onun için her şeyden daha önemli. Bu kariyerle ülkesinin kendisine sunduğu tüm imkanlardan faydalanabileceği düşüncesini taşıyor. Uçaklar, oteller, bilgisayar, cep telefonları... Hayatındaki tüm çabası, bu ödülleri elde etmek için...

Ama bu bireyci tutumu yüzünden uzun süredir birlikte olduğu kız arkadaşıyla dahi evlenemiyor. Hayır, birbirlerini sevmediklerinden değil. Ama bireyci yanları o kadar baskın ki, evlilik fikri onlara çok yabancı düşüyor. Evlenip bir başkasıyla hayatını tüm detaylarıyla paylaşma fikrinden ürküyorlar.

Filmin cevap bulmaya çalıştığı soru şu: “İş, para ve hırs... İşte kendimizi bunlarla tüketiyoruz. Ama şöyle bir durup istediğim bu diyebiliyor muyuz acaba?” Hele filmde bir sahne var ki, bu soruyu son derece çarpıcı bir anlatıma kavuşturuyor. Başarılı spor muhabiri Mitch, bir otelin lobisinde diğer muhabir arkadaşlarıyla birlikte, otelde kalan ünlü bir sporcunun kaçamağını takip ediyorlar. Derken, ünlü sporcu ve kız arkadaşı, muhabirlerden kaçmak için hızla otelin kapısına koşuyorlar. Tabii, muhabirler de peşinden. Herkes görüntü almanın derdinde. O koşuşturma sırasında, Mitch yere düşüyor ve fotoğraf makinesi ve kameraların arasında kalıyor. Başında flaşlar patlıyor, ama onun elinden tutup kaldıran kimse yok. Tam o esnada Mitch’in dudaklarından sanki tüm hayatının sorgulaması olan şu cümle dökülüveriyor: “Ne yapıyorum ben?”

Yaptığı şey bellidir aslında. Ünlü birisinin işlediği günahı gazeteye haber yapmaya çalışmaktadır. İyi ama, bunun kendi hayatıyla, kendi hayatının anlamını bulmakla ilişkisi nedir? Cevap: Kocaman bir sıfır! Bu sorgulama, Mitch’in hayatını yüz seksen derece değiştirir.

Hakikati, muhabir olarak katıldığı basın konferanslarında arayan Mitch, artık hakikatin başka bir yerde olduğunun farkına varıyor. Modern dünyanın bencillik yüklü iklimi, ona pek çok şey vaat etmiştir, ama orta yaşa gelmesine rağmen hala şu soruya açık bir cevap sunamamıştır: “Kim olduğum ve ne istediğim konusunda açık bir cevabım var mı?” Başka bir ifadeyle, “Yaşamak istediğim hayatı yaşıyor muyum? Olmak istediğim gibi bir insan mıyım?”

Modern hayatın çarkları o kadar öğütücüdür ki, Mitch ve onun şahsında bizlerin bu soruları oturup sakin sakin düşünmeye bile fırsatımız yoktur. Bu hayat, buna fırsat tanımıyor. Zamanı “para kazanma vakti”ne endeksleyen bir anlayışla, hepimizi olmayacak bir hülyanın peşinden koşturup duruyor.

Filmde ölümünü bekleyen Morrie’nin ‘zaman’ konusunda Mitch’i irşadı da gerçekten son derece çarpıcı:

“Gel sana zaman hakkında bir şey göstereyim.” Bir nefes alır ve saymaya başlar. Nefesi, 12’ye kadar yeter. Sonra şunu der: “Geçen hafta 16’ya kadar sayabiliyordum. Küçükken 100’e kadar sayardım.”

Yani demek istediği, “ben tükeniyorum”dur. Zaman bizleri bir sona doğru götürmektedir. Ve o sona doğru yolculuk yaparken, zamanı bizim için gerçekten önemli ve öncelikli olan şeylere ayırmamız gerekiyor.

Mitch bunu çabuk öğrenir. İşin her şey olmadığını anlar. Artık eskisi gibi yeni parlak iş imkanlarına balıklama atlamayı bırakır. Eski hocası Morrie’ye zaman ayırır. Onunla aşk, ölüm ve evlilik üzerine konuşmalar yapar. Bunlar, aynı zamanda onun korktuğu şeylerdir. Morrie’nin hayat üzerine temel önermesi şudur:

“Öleceğimizi düşünseydik, farklı yaşamlarımız olurdu.” Gerçekten de, ölümü hesaba kattığımızda, önemli gördüğümüz pek çok şey, para, şöhret gibi şeyler bir anda gözümüzde küçülmeye başlıyor. Daha uzun soluklu ve ebede namzet bir şeylerin peşinde koşmaya başlıyoruz. Ki bu da insanı olgunlaştıran bir öğrenme sürecini beraberinde getiriyor. Morrie’nin dediği gibi, “Hayat öğrenmek ve öğretmekten ibaret” oluyor o zaman.

Morrie’nin öğrencisi Mitch’i bu noktaya çekmesi de zor olmuyor doğrusu. Onun kendisinin öleceğine üzüldüğünü görünce, fırsatı çok iyi değerlendiriyor:

“Öleceğim için bu kadar üzülmene gerek yok Mitch. Bir gün herkes ölecek. Sen bile!”

İnsan işte. Ölümü hep kendisinden uzak görüyor. Günümüz yaşam tarzının tuzaklarından veya ilginç çelişkilerinden biri de bu gerçekten. Bir yandan, herkesi bencilliğe ve kendisini düşünmeye sevk ediyor. Ama her ne hikmetse, bu kendini düşünmek, bir türlü kendi ölümünü düşünmeye dönüşmüyor, dönüşemiyor.

Morrie’nin günümüz yaşantısının bireysel bencilliği ve hakikatsizliğine tepkisi, filmde W. H. Auden’in şu dizelerinde ifadesini buluyor:

  

   “Sahip olduğum tek şey sesim.

   Yalandan korunmak adına

   Yalanla yıkanmış yetkiler

   Göklere uzanmış vaatler

   Kimse yalnız var olamaz.

   Ne yoksul ne de polis

   Açlık kimlik tanımaz.

   Birbirimizi sevelim.

   Ya da bırakın ölelim.”

 

Doğrusunu söylemek gerekirse, filmle ilgili daha söylenecek çok söz var. Mesela, modern paradigmanın sorunlu olduğu affetmek, sarılmak, ağlamak, bağımlı olmak gibi pek çok konuda Morrie filmde ruhu iyileştirici ve onarıcı bir rol oynuyor. Bununla birlikte, filmin ahiret inancını devreye sokamadığı için ölüm konusunda tam bir cevap sunamadığını da belirtmemiz gerekiyor. Ama yine de, mevcut modernliğin gayri insani boyutlarını ortaya koymada ve cilalarını dökmede son derece başarılı oluyor.

Sözün özü, niye ve nasıl yaşadığı üzerine sorgulama yaşayanların muhakkak izlemesi gereken bir film Morrie ile Her Salı.