TR EN

Dil Seçin

Ara

KEHANET: Görmek Acı Verir! / Sinema

“OLACAKLARI BİLMEK, ONLARIN GERÇEKLEŞMESİNİ ENGELLEMEK İLE AYNI ŞEY DEĞİLDİR,” DİYOR KEHANET. VE ÇOĞU ZAMAN BİLMEK, GÖREBİLMEK BU AÇIDAN ACI VERİR!

 

Stephen King’in periyotlarla yazdığı sağlam kitaplardan biridir Yeşil Yol. Frank Darabont bu kitabı filme alırken ölümsüz bir esere imza atacağından ne kadar haberdardı bilemiyorum. Zira King’in filme çekilmiş yüze yakın kitabı vardır ve biz büyük ekseriyetini hatırlamayız bile.

Ancak The Green Mile (Yeşil Yol), muazzam bir anlatım, muhteşem oyunculuklar ve insanı sarsan bir etki ile sinema tarihindeki yerini almıştır. Filmi anlatıp tekrara girmeyeceğim ancak o muhteşem final sahnesini tekrar hatırlatmak isterim.

Malûm kahramanımız iri kıyım bir masumdur. Belki de her masumda olduğu gibi, onda İlâhî bir armağan olan yetenekleri vardır ve bu yetenekleri onu sıradan insanlardan ayırmasına rağmen acı da verir.

İşte bu iri kıyım kahramanımız tamamen haksız yere tutuklanır ve idama mahkûm edilir. İşin ilginç yanı bu cezayı infaz edecek ekip bu saf adamın masumluğundan emindir.

İdam mahkûmu ile idam koğuşu gardiyanı arasında geçen muhteşem diyalogda mahkum sözü şöyle bitirir:

Mahkûm: Tanrı’ya bana iyilik yaptığını söyle. Acı çektiğini ve endişelendiğini biliyorum. Bunu hissediyorum. Ancak bunları bırakmalısın. Artık sona ermesini istiyorum. Gerçekten... Yoruldum, patron. Yollarda yağmurdaki bir serçe kadar yalnız olmaktan yoruldum. Yanımda hiç arkadaş olmamasından bıktım; nereye gideceğimizi, nereden geldiğimizi söyleyecek biri... İnsanların birbirine kötü davranmasından bıktım. Her gün dünyada hissettiğim ve duyduğum acılardan bıktım; çok fazla var. Sanki her an için kafama cam parçaları batıyor. Anlıyor musun?

Gardiyan: Evet, Galiba.

Acıyı görmek... Izdırabı, gözyaşını... Yaşanan tüm acıları görebildiğinizi düşünün bir! Dayanılabilir bir ızdırap mıdır bu? Yapılan haksızlıkları, ölümleri, kazaları, yaralanmaları, göz yaşlarını... Cemil Meriç her ne kadar cehennemi tarif ederken “görememek” olarak tarif etse de, belki de cehennem görmek demek.

Şöyle der merhum usta; “Dante Cehennemi anlayamamış dostum, cehennem görememek demek! Cehennem hatıraların küllenmesi, ümitlerin susması. (...) Görmek yaşamaktır. Vuslattır görmek. (...) Görmek sahip olmaktır. Gören hangi hakla yalnızlıktan şikâyet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrindedir. Renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Çiçekler onun için açılır. Şafak onun için parıldar. Gutenberg matbaayı onun için icat etmiştir. Hugo, o okusun diye yazmıştır şiirlerini. Çocukların tebessümü onundur.”

Üstad vurgulamamış ama tüm bunlar bardağın dolu kısmıyla ilgili kısımlar. Bir de boş kısmı var, Meriç gibi dillendirmek gerekirse; “Cehennem umutların küllenmesi, hatıraların susması... Görmek ölmektir her gün... Ayrılmaktır sevdiklerinden. Görmek sahip olamamak, yarın yitip gideceğini bile bile aciz kalmaktır. Gören; yalnızdır, kimsesizdir... Karanlıkları bir tek o farkeder, yarının kötü kaderini o bilir, ipi kopacak balona bir tek onun eli uzanır. Her tebessümün bir an sonra nasıl bir acıya dönüşebileceğini tek başına görmek kadar büyük bir lanet olabilir mi?”

Elbette dünya gören gözler için muazzam güzellikler ve cennetâsa bahçelerle doludur. Ama kan rengi bataklıklar, kasvetli izbelikler de vardır... Görmek işte bu zaman ızdıraba dönüşür! Açıkçası inanan insan için teslimiyet olmazsa, kadere rıza, yerini isyana dönüştürürse gerçek acı gelir ve oturur en baş köşeye.

Alex Proyas’ın yönettiği Kehanet, böylesi bir acıyı gözler önüne seriyor. Nicholas Cage geçmişten gelen bir kehaneti bildiği halde bir şey yapamayıp ölüme razı olan bilim adamı rolüyle, her ne kadar senaryoya katılan uzaylı boyutuyla sulandırılmış olsa da, bize ibret tablosu sunuyor. Evet, belki kendileri için işin açıklaması adına daha kolaylaştırıcı bir özellikti bütün bu kehanetlerin uzaylı boyutu ama Kur’an ile haşır neşir olan bir kültür için sadece bir yabancılaşma efekti olarak kalıyor.

Özellikle filmin finalindeki kıyamet sahnesi-itiraf ediyorum- beni derinden etkiledi. Ve İnşikak suresini açıp tekrar okumama sebep oldu. Hatırlayalım:

1. Gök yarıldığı, 2. Rabbine kulak verip boyun eğecek hale getirildiği zaman, 3. Yer dümdüz edildiği, 4. İçinde bulunanları atıp boşaldığı, 5. Ve Rabb’ini dinleyip O’na hakkıyla itaata mecbur kılındığı vakit (insanoğlu yaptıkları ile karşılaşır). 6. Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabbine karşı çaba üstüne çaba göstermektesin; sonunda O’na varacaksın.”

Film, aslında farkında olmadan bir gerçeğin etrafından dolanıp duruyor: Kader... Olacakları bilmek, onların gerçekleşmesini engellemek ile aynı şey değildir, diyor Kehanet. Ve çoğu zaman bilmek, görebilmek bu açıdan acı verir! Filmin kahramanı John, babasıyla bir telefon görüşmesi yapıyor sonlara doğru. Ki babası bir papazdır... Akşam çok kötü bir şey olacağını söyleyip annesini alıp yerin altında saklanması gerektiğini söylüyor. Babanın cevabı ise enteresan:

“Üzgünüm John ama hiçbir yere gidemem, vaktim gelmişse gelmiştir. Ben hazırım nasılsa..”

Şöyle bir kolaçan ediyor insan hayatını ve dünyayı...

Küresel ısınma, beklenen büyük deprem ve bilimum kötü beklentiler... Kaçınılmaz olanı bilmenin verdiği panik ile kaçmaya çabalamak ama nereye kadar? İnsan gerçeklerden ne kadar uzağa gidebilir ki?

Ve işin künhü ise babanın söylediklerinde gizli: “vakti gelmişse gelmiştir!”

Yani hazır olabilmektir aslolan...