Satır Arkası
Denizin dibine bayrak dikilir mi? Geçen ay çok ilginç bir haber, televizyon…
Ara
“Ölüm Son Değildir!”
Sevgili dostlarımız,
İstanbul’daki Karacaahmet mezarlığının eski halini bilenler bilir. Bayağı genişçe bir alan üzerine kurulu bu mezarlığın eskiden tam ortasından bir yol geçerdi ve bu yoldan geçenlerin kalbinde bir ürperti hissetmemesi imkânsızdı. Gerçi şimdi de Karacaahmet’in ortasından yol geçiyor. Fakat, mezarlığın bitim yerlerinde yükselen yüksek duvarlar, eğer başınızı yukarı kaldırıp bakmazsanız, orasının bir mezarlık olduğunu bile sezdirmiyor. Aslına bakarsanız, Karacaahmet’in başına gelenler, galiba bütün mezarlıklarımızın başına geldi. Şehrin ortasında kalanlar ya yüksek duvarlarla gözlerden ırak edildi; ya da yeni mezarlıklar şehrin dışına yapılmaya başlandı. Tabi, bu arada birçok mezarlık da yok edildi. Oysa, bir zamanlar ölümü hayatın doğal bir devamı ve sonsuz hayatın başlangıcı olarak gören ecdadımız, mezarlığa komşu olmayı, ondan ibret almayı, hayatlarına hayat katmanın olmazsa olmaz bir parçası addediyorlardı. Edibin dediği gibi, biz deyince, toprağın altındakileri de hesaba katıyorlardı.
Derken, gözü dünyaya dikmeyi maharet sayan modern değerlerin coğrafyamızı etkisi altına almaya başlamasından itibaren, ölüme karşı bir soğukluk aldı yürüdü. Dünyanın fani ve aldatıcı yüzüne duyulan iştiyak, ölümü önce gönlümüzden çıkardı. Sonra hafızamızdan da çıkması için, mezarlıkların üzerini silmeye başladık, silemediklerimizin önüne ise kalın duvarlar diktik. Bu arada, ölümü bizim için bir yabancıya dönüştüren bu küresel dalganın, aslında, ölümü istemeyen ve hesap yurdu olan ahirete kavuşmaktan tir tir titreyen bir halet-i ruhiye olduğunu fark edemedik.
Sevgili dostlarımız,
İşte bu düşüncelerle Zafer olarak elinizdeki sayıyı hazırlarken, Güneydoğu’daki terör olaylarında hayatlarını kaybeden—ama inşaallah, ebedî bir hayatı kazanmış olduklarına inandığımız—şehitlerimizin haberleri düştü ekranlara. Bir iki hafta arayla, onlu sayılarda öte dünyaya uğurladığımız gencecik evlatlarımız, âdeta bir resmî geçit gibi geçti gözlerimiz önünden. Bir kez daha anladık ki, ölüm bu, öldürülemediği gibi gizlenemiyor da. Ve tam hayatın dışına itildiği düşünülürken, en can alıcı biçimde, bu defa ekrandan herkesin irileşmiş gözbebeğinde yansıyor. Şehit analarının dizlerinin bağlarını çözecek bu acı, keşke başka zaman, başka yerde, daha kabul edilir şekilde gelseydi diye düşünüyor insan. Fakat Rabbimiz acının tesellisini vermez mi? Yaver-i Ekrem’i (asm) aracılığıyla, şehidin çekeceği ölüm acısının, en fazla bir sinek ısırması kadar can yakacağını bize O bildirmiyor mu? Yine, hakikat yolunda şehit olanın, ölü değil diri olduğunu, onları ölü diye çağırmamızı yasaklayan O değil mi?
Gönül isterdi ki, ölümü hiçbir zaman hayatlarımızdan, şehirlerimizden ve hafızamızdan çıkarmasaydık ve keşke tüm insanlık da böyle yapsaydı! Çünkü ölümü unutunca, galiba hayatın değeri, bir gencecik insanın hayata tutunmak isteyen umuduna gösterilmesi gereken saygı, geride onu bekleyenlerin çaresizce uzattıkları ellerine duyulması gereken merhamet de buharlaşıyor. Ve kendini dünyanın yöneticisi sanan güç budalalarının dünyalarına, çocuğuna yıllar yılı emek vermiş, emzirmiş, uykusuz kalmış bir ananın dramı da girmez oluyor.
Sözün özü, kanaatimizce, ölümü zihnimizden uzaklaştırmak, ölümü yok etmediği gibi, galiba hayata gösterilmesi gereken saygıyı da azaltıyor. Ve böylece, barışın, barışmanın, barışık kalmanın; şu geçici ömrümüzü, bâki bir ömrü kazanmak için fırsat bilmenin yolu da kapatılmış oluyor.
Bir sonraki ay buluşmak dileğiyle…
TAZİYELER:
Uzun yıllardan beri Zafer kadrosunda canla başla çalışan İbrahim Halil Temel dostumuzun babası Rıfat amcamıza…
Hasta yatağında, baş ucuna gelen doktora “Sen Zafer’e abone misin?” diye soracak kadar, Zafer Dergisi’nin hizmetine gönül vermiş, fedakâr temsilcimiz Denizlili Muammer Hünerli amcamıza…
Ders ve sohbet arkadaşımız Hasan ve Hüseyin ağabeylerimizin sevgili babası Selahattin amcamıza, tüm Zafer çalışanları adına, Rabbimizden rahmet üstüne rahmet dileriz.
Denizin dibine bayrak dikilir mi? Geçen ay çok ilginç bir haber, televizyon…
İki katlı bir evin çatısının içinde, sacdan yapılmış bir su deposu vardı.…
Şimdi öldüm. Az önce. Bedenimi ameliyat masasının üzerinde görebiliyorum. Doktorlar ölmemem için…
Bir kabristan vardı. Daha önce şehrin alt tarafında iken şimdi ortalarda kalmıştı.…
Biz dünyaya dünyadan baktığımız için, dünya hayatıyla ilgili her şeyi yerli yerine…
Şu aralar ölüm üzerine bir roman yazmakta olan Psikiyatrist Mustafa Ulusoy ile…
Selahaddin Eyyubi, ölüm döşeğinde idi. Kendisinden sonra, yerine geçecek olan oğlu Melik…
YAŞIYORSAN… Bak, filozof kesilmeyi gerçekten istemiyorum ama, eğer yaşıyorsan, kollarını bacaklarını kıpırdatmak…
İcadiye’den Kuzguncuk’a akan yokuşun başında, köhne bir apartmanın rutubetli, daracık ve loş…
DOLDURMAK Bir gün Şeyhülislam Mustafa Asım Efendi’nin yanında otururken, Bab-ı Meşihat’te önemli…
Bu sabah kalbim ferah. Dilimde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın güzel bir şiiri var.…
“Ölünün mezardaki hâli, imdat diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere…
Güneş ışığı ile fotosentez arasındaki muhteşem uyum Fotosentez sonucunda güneş enerjisi bitki…
“Mankafa” Fibonacci’nin tavşan problemi Söylentilere bakılırsa komşularının gözünde o tam bir Bigolloneé…
İlkokul, ortaokul ve liseyi müteakip tıp fakültesine giren ve oradaki tahsilini de…
1800’lü yıllardı. Üsküdar’da bir manav tezgahının önünde, her halinden zamanın bir hastalığı…
TÜP GEÇİT İstanbul Boğazı’nın tüp geçide kavuşması hayali ta 1800’lere kadar gider.…
İktisat Risalesi’ne ait Birinci Nükte’nin birinci cümlesi olan: “Hâlık-ı Rahim, nev-i beşere…
Bir zamanlar beyaz gelinliğinin kefeni olduğu hatırlatılarak baba ocağından yeni yuvasına uğurlanırdı…
Takva, yükselişte olan Türk sinemasının iyi örneklerinden birisi. Özellikle zikir sahnelerinde görülen…
Bir önceki yazımızda, Maun Suresi’nin “yazıklar olsun” diyerek azarladığı kimselerin namaz kılarken…
1- Ölüm hep var. Adını anmadığımız zamanlarda da… 2- Her şeyin…
İlmiyle amel etmeyen âlim, başkalarını giydirdiği halde kendisi çıplak iğne gibidir. —…