Takva, yükselişte olan Türk sinemasının iyi örneklerinden birisi. Özellikle zikir sahnelerinde görülen başarı, seyirciden tam not aldı. Bununla birlikte, filmin günümüz tarikatlarını çok yakından ilgilendiren içeriğiyle ilgili yeterince konuşulmadığı da ortada.
Türk sinemasında toplumumuzun gerçek dokusunu cesaretle ortaya koyan filmlere imza atıldığına şahit olmaya başladık son yıllarda. Özellikle, 12 Eylül darbesinin gölgesinde göçün kuşaklar üzerindeki etkilerini ele alan Babam ve Oğlum filminden sonra, uluslar arası yarışmalarda ödüller alan Takva filmi de bu kategoriye rahatlıkla girebilecek filmlerden biri bana kalırsa.
Daha en başta, ismiyle farklı bir prodüksiyon olduğunu hissettiriyor film. Takvanın salt dinî bir terim olması, filmin ne tür bir konu ve hangi toplum kesimleriyle ilişkili olduğuna dair en başından bir fikir veriyor zaten. Onun dışında, filmde gerçeğe yakın çekilmeye çalışılan ve bence başarılı da olan zikir ayinleri, toplumda belki namazında abdestinde olan pek çok Müslümanın da tam bilemediği, en azından gözüyle şahit olmadığı bir vakıayı (zikir ayinlerini) baştan sona ortaya koyması açısından belki de bir ilke imza atıyor. Doğru dürüst secdeye gidilemeyen Yeşilçam filmlerinden sonra, buradaki başarı, seyircide iyi bir izlenim uyandırıyor. Açıkçası oyuncuların derslerine iyi çalıştıklarını söyleyebiliriz; zaten kendileriyle yapılan röportajlarda oyuncular, bu karelerde sahiciliği yakalayabilmek için epey bir süre gerçek zikir ayinlerine katıldıklarını da açıklamışlardı. Genel olarak, görüntü yönetmeninin filmin çıtasını yükselttiğini ifade edebiliriz açıkçası.
Senaryoya gelince, Marksist düşünceye sahip senarist Önder Çakar, bir televizyon programında kendi babasının tarikat tecrübesinden hareketle bu senaryoyu yazdığını ifade etmişti. Tabi, kendince objektif bir gözle olayları aksettirmeye çalıştığını da ekleyerek. Çakar’ın babasının tarikat tecrübesini bizim bilmemize imkan yok, fakat beyaz perdeye yansıyan filmde, tarikatlara oldukça eleştirel bir bakış açısının ortaya konduğu kuşku götürmez. Hatta filmin akışı içinde pek çok konu katmanı içinde, “Acaba bu noktada tarikatlara nasıl bir eleştiri getirebiliriz?” diye özel bir gayret serf edildiği de hissediliyor. Bu açıdan filmin klasik laik yaklaşımdan tek farkı, sadece irtica filan denilerek filmin karanlık tiplerden müteşekkil bir karalama kampanyasına dönüşmemiş olması.
Buradan eğer bir ders çıkarmak gerekirse, Takva’dan sonra en yakın zamanda, tarikatlara ilişkin bir de en azından hor gözle bakmayan, belki tarikattaki şeyh-mürid ilişkisini daha aklıselimle ve modern zamanlara uyarlayarak ele alan bir filmin beyaz perdeye taşınmasına ihtiyaç olduğu söylenebilir. Benim aklıma, hemen Muhyiddin Şekür’ün Su Üstüne Yazı Yazmak adlı kitabı geliyor. Bu kitapta, bir şeyhe intisap eden müridin, şeyhin üstün sezgileri ve basiretiyle, şahsiyeti ve kulluğu açısından yaşadığı terakki, sinema diline de çok uygun öykülendirme tarzında anlatılıyordu. Elbette, bu konuda sayısız daha pek çok kaynağa sahibiz. Yeter ki, meseleye bu gözle bakılsın. Aklımdan, “Keşke aynı oyuncularla ve çekim kalitesiyle bir de böyle bir film çekilebilse!” diye geçiyor. Ama olur olmaz, orasını bilmem mümkün değil.
Filme tekrar geri dönersek, Takva’nın tarikatlara ilişkin birtakım eleştirileri var. Onlardan biri, tarikatların işleyişi, daha doğrusu finanse edilmesinde birtakım sorunlar yaşandığı. Bu noktada filmin Müslümanların da kendilerini sigaya çekmesi gereken önemli bir meseleyi masaya yatırdığını inkar edemeyiz. Basitçe ifade etmek gerekirse, bir tarikat kendini finanse etmek için yatırım yapabilir mi ya da yapmalı mı? Eğer yapabilirse, bu hangi noktadan sonra vakıflıktan çıkar, ticarete girer? Mesela son zamanlarda cami derneklerinin cami arsasında, örneğin caminin alt katını hipermarket zincirlerine kiraya vermesi, acaba caminin manevi şahsiyetine zarar verir mi? O camiye devam eden cemaat üyeleri arasında camiye bakış, nasıl bir farklılık gösterebilir? Filmin bu konuda doğru bir yerden eleştiri getirdiğini söylemek mümkün. Dolayısıyla, dindar camianın üzerine alınması gereken bir nokta bu. Ben öyle düşünüyorum.
Tabi, filmde bu anlattığım sorun, eleştiriden ziyade bir hırpalamaya dönüşüyor. Filmin başrol oyuncusu Erkan Can, filmdeki adıyla Muharrem, tarikata yeni katılan takva sahibi bir müridi canlandırıyor. Şeyh, kısa sürede onu tarikatın finansman işlerinden sorumlu kılıyor. Her ay tarikata, daha doğrusu cemaate ait üç yüzü aşkın taşınmazın kiralarını toplamaya başlayan Muharrem, bir süre sonra içinden çıkamayacağı çatışmalara sürükleniyor. Bir yandan şeyhe mahcup olmamak için kendisine verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmesi gerekiyor ki, bunun anlamı, kiraları eksiksiz toplayıp teslim etmesi. Bu, cemaat nezdinde, onun hakka riayet eden bir mü’min olup olmadığının test edilmesi aynı zamanda.
Fakat öbür yandan, şeyh ve yanındaki bir iki kişi dışında cemaat üyelerinin farkında olmadığı başka gerçekler var. Mesela, kiracılardan biri ikindi vakti içki içiyor; bir diğeri ise ölüm döşeğinde kirayı veremeyecek kadar fakir. Bırakın takvayı, ortalama bir mü’minin dahi bunlara kayıtsız kalması imkansız. Hele ‘cemaatin menfaati’ adına bunlara göz yummak, esasında cemaatin/tarikatın varoluş amacına (Allah’a yakınlaşmak suretiyle yeryüzünde iyiliği yaymak) ters bir hareket olacağından, Muharrem kendisine göre doğru adımları atıyor. Bu aşamada, Muharrem’in nasıl bir çıkmazın içine sürüklendiği ise, şeyhin şu sözlerinde somutlaşıyor: “Görüyorsun burada [medresede] pek çok çocuk eğitim görüyor, onların iaşesi ve tüm ihtiyaçları bu kiralarla karşılanıyor. Eğer sen kiraları eksiksiz toplayamıyorsan, bunların içinden hangisini evine göndereceğimizi de sen seçersin!”
Film, özellikle işlerin parayla döndüğü bir dünya ile maneviyatı esas alan bir tarikat arasında kasten çatışma üretmeye çalışıyor denirse, yanlış olmaz. Zira, itikadı sağlam olan bir şeyhin, filmdeki gibi Muharrem’i cemaatin menfaati adına böylesine zor bir durumda bırakması düşünülemez. Aslında filmin yönetmeni Özer Kızıltan, ne yapmak istediklerini bir röportajda şu cümleyle ortaya koyuyordu: “Bizim derdimiz, saf manevi bir yaşam mümkün müdür sorusuna yanıt aramaya çalışmaktı.” Bu cümlenin kendisi bile, film yapımcılarının nasıl bir zihniyetten hareket ettiklerini ele vermesi açısından manidar bana kalırsa. Çünkü onların gözünde tarikatlar saf manevi bir yaşamı, sokak ise saf maddi bir yaşamı işaretliyor ve bu ikisi uzlaştırılamaz. Yönetmen Kızıltan’ın sözlerinin devamında söylediği de bu: “Maalesef Muharrem karakteri bunu [saf manevi yaşamı] başaramadı.”
Sonuçta Yeni Sinemacılar olarak adlandırılan Özer Kızıltan ve ekibi, “Saf manevi yaşam mümkün değildir.” şeklinde bir neticeye varıyorlar. Bunu da, tarikatın kendi iç işleyişinde son derece manevi değerlere bağlı, ama ekonomik işlerde tam aksine son derece kapitalist değerlere bağlı bir tarikat tasviri yaparak ortaya koyuyorlar. Filmin baş kahramanı Muharrem ise, bu iki ‘uzlaşmaz’ dünya arasında delirmekten başka bir yol bulamıyor. Bu dahi, filmin büyük ama biraz gölgeli bırakılmış mesajını alttan alta izleyicinin beynine kazıyor: “Tarikat, sizi huzur ve mutluluğa ulaştırmaz. Gerçek dünya ile çelişkiye düşürüp meczup yapar!”
Doğrusunu söylemek gerekirse, Takva hakkında daha çok değerlendirme yapmamız lazım. Gerçekten tarikatlar bugünün materyal dünyasıyla uzlaşmaz mı? Eğer uzlaşmaz ise, yan yana yaşayamaz mı? Öte taraftan, saf manevi bir yaşam mümkün mü? Veya tarikatlar fiili hayatta Hristiyanlıktaki ruhbanlık gibi saf manevi bir yaşamı mı hedefliyor? Öte yandan, günümüz tarikatlarının filmdeki gibi içe kapanmasında, devletin onlara bir yer altı örgütü gibi muamele etmesinin payı yok mu? Veya filmin zihinsel altyapısında zannedildiği gibi, sokak (toplum), sol görüşlerde yansıtılmaya çalışıldığı üzere, sadece maddi değerlere mi sahiptir? Sokakta maneviyata, tarikatta ise maddiyata yer yok mudur?
Filmin bir başarısı varsa, kanaatimce, bu soruları gündeme getirmiş olmasıdır. Ama ben yine de, Filmi kendi içinde değerlendirdiğimde, Yeni Sinemacılar’ın kendilerini sokakta konumladıkları, biraz da meraklarından tarikatın kapısından içeriye mesafeli bir bakış fırlattıkları, bir anlığına da olsa kendilerinin orada yapıp yapamayacaklarını test ettiklerini, fakat maneviyata olan yabanilikleri nedeniyle orada olup biteni tam olarak anlayamadıkları ve bunun sonucu olarak da tarikatı kötüleyip tekrar sokağa döndükleri gibi bir düşünceye sahip olduğumu itiraf etmeliyim. Böylece tarikatları merak eden başkalarına da, “Gitmenize hacet yok, biz gittik bir faydasını görmedik.” mesajını vermiş oldular.
Her şeye rağmen, Yeni Sinemacılar’ın bu girişimlerinde bir iyi niyet taşıdıklarını da düşünüyorum. Fakat, neticede ortaya çıkan tablo, sol tandanslı Türk sinemasının öteden beri krizi olan kendi toplumunu kıyasıya ve çoğu zaman haksızca eleştirme mentalitesinden kurtulamıyor. Çünkü maalesef, Avrupa ülkelerinde bir Türk filminin sempati almasının yolu buradan geçiyor.