TR EN

Dil Seçin

Ara

DI

İcadiye’den Kuzguncuk’a akan yokuşun başında, köhne bir apartmanın rutubetli, daracık ve loş bahçe katında otururduk. Kuzguncuk iskelesinde vapurdan iner, sağlı sollu göğermiş eski ve tozlu çınar ağaçlarının serin gölgeliklerinden yürüyerek, beni eve götürecek yokuşun başına kadar gelirdim.

O yokuş dikti. Gittikçe de dikleşirdi…

Bazı günler, yolumu şişman ve gebe kediler keserdi. Analık vakarını tüylerinin her bir teline kadar bihakkın taşıyan bu kedicikler, irileşmiş karınlarını dilleriyle yalar ve karınlarında taşıdıkları mukaddes hayat yüklerini incitmemek için, pek ağır hareket ederlerdi.

Ben yürürdüm. Yokuş yukarı, ağır ağır eve doğru giderdim. Köhne bir apartmana ait de olsa, daracık da olsa, loş ve rutubetli de olsa, şu İstanbul’da bir ev sahibi olmak, bizim harcımız değildi ve bu evceğiz; kelimenin tam anlamı ile bize, Rabbimizin bir ikramı idi. Her ne kadar ondan kurtulmaklığımız için çokça dua ediyor olsak da, ekseri—Hamden lillah—şükrederdik.

Oğlum, pek çok erkek çocuk gibi bir miktar geç konuştu. Hususan annesini endişelere gark edecek kadar gecikti konuşması. Dualar ettik. Sonunda bir iki kelimeyi kafasını gözünü kırarak söylemeye başladı. “ANNE” diyordu mesela… Fakat, şu iki hececikten oluşan “BABA” lafını ağzından duyamıyorduk. Baba yerine “DI”diyordu. “DI” işte o kadar.

Bir yayınevinde editörlük yaptığımdan, DI benim dünyamda bir zaman ekinden başkaca anlam ifade etmezken, oğlum bana DI diyordu.

İri siyah gözleriyle, yüzüme yavru fokları anımsatan bir ifadeyle bakıyor ve sadece DI diyordu.

DI! DI!…

O yaşlı ve tozlu çınar ağaçlarıyla, o dik ve yürüdükçe daha da dikleşen yokuşla, o karınlarını yalayan gebe ve vakarlı kediciklerle ve o evle paylaştığımız zaman, doluverdi. İcadiye’den Kuzguncuk’a akan o yokuşun başından, bambaşka bir semte taşındık.

Hamden lillah! Şimdiki evimizden çokça memnunuz. Oğlum da artık konuşuyor. Hem de, zaman zaman “Sus artık!” dedirtecek kadar çok konuşuyor.

Öyle hoplayıp zıplayacak, gökdelenlerden gökdelenlere uçabilecekken, neden bir kızın peşinde süründüğüne, henüz akıl erdiremiyor olsa da, Örümcek Adam’ı çok seviyor. Ve bu aralar kurduğu cümlelerin çoğunun sonunda, hep soru işareti var.

Büyüyor ve büyüdükçe hayata tutunan ellerini giderek daha da sıkıyor, hissediyorum. Onun avuçları hayata sıkı sıkı tutundukça, kendiminkilerin ağır ağır gevşediğini de hissediyorum.

Otuz üç yaşımın başındayım.

Bazen elime öylesine bir kitap alıyorum. Ona garip garip baktığımı fark etmesin diye okuyor gibi yapıyorum. “Neden bakıyorsun baba?” diye sormasından çekindiğim için belki de…

Bakıyorum ve o DI’lı zamanları düşünüyorum. Sonra hayalim beni DI’lı geçmiş zamanlardan alıp, DI’lı gelecek zamanlara taşıyor; tuhaf ve beklenmedik bir şekilde…

Oğlumu, oğlunu karşısına almış konuşurken görüyorum. Ve benden yine DI diye bahsediyor. Ancak kurduğu cümleler son derece düzgün ve sanki bir o kadar da hüzünlü:

“Benim babam da benimle oynarDI. Yağmurlu günlerde ve yıldızlı gecelerde mutlak, gökyüzüne bakarDI.

Biraz tuhaf da olsa babam, iyi bir adamDI…”