TR EN

Dil Seçin

Ara

Öldürmek mi, Diriltmek mi?

ANARŞİ bir insanlık suçudur ve hiçbir dinle ilgisi yoktur.

 

“Müslüman! İslam’ı öyle sağ ve diri, canlı yaşa ki,

seni öldürmeye gelen sende dirilsin.”

— Sezai Karakoç

 

ANARŞİ bir insanlık suçudur ve hiçbir dinle ilgisi yoktur.

Ülkemizde ve dünyada insanı insanlıktan ürkütecek derecede korkunç zulümler oluyor. Bunlardan birisi de geçenlerde(*) Malatya’da işlenen kitabevi cinayeti.

Konunun uluslar arası boyutu olabilir, siyasî boyutu olabilir, uyuşturucu boyutu olabilir. Ben bütün bunları bir tarafa bırakıp, olayın İslam’a mal edilme çabaları üzerinde biraz durmak istiyorum.

Bu noktada da karşımıza şu ihtimaller çıkıyor:

Konu İslam düşmanlarının İslam’a gölge düşürme gayretlerinin bir ürünü olabilir. İslam’ı yeterince bilmeyen kişilerin din adına işledikleri bir cinayetleri de olabilir.

Bu ikinci şıkta da iki ihtimal söz konusu:

Birisi o bilgisiz ve heyecanlı kişileri birileri kullanmış olabilir, yahut onlar bu işi, kendi dar düşünceleri, sönük fikirleri ve yanlış kararları sonucu bizzat da yapmış olabilirler.

Bütün bu şıkları incelemek bir istihbarat meselesidir ve bizim sahamızı aşar. O halde, biz bütün bu ihtimalleri bir tarafa bırakıp konuya İslâm açısından nasıl bakılması gerektiği üzerinde kısaca duralım:

Şunu öncelikle belirtelim ki, İslâm’da muhakeme etmeden ve müdafaa hakkı tanımadan doğrudan infaz diye bir şey yoktur. Yine İslam’da yetkisiz kişilerin ceza verme hakları da yoktur. Ayrıca, İslam’da kitabevi cinayetinde sergilendiği şekliyle bir idam da yoktur. Buna göre olay, her üç yönüyle de İslam dışıdır ve işiten herkese dehşet veren bir vahşettir.

İnsan, ahsen-i takvimde yaratılmıştır. Yani, insanın mahiyeti, kabiliyeti, istidadı bütün varlıklardan çok daha ileridir. Bu büyük sermayenin yerinde kullanılması ve zayi edilmemesi için Cenab-ı Hak peygamberler göndermiş, kitaplar inzal etmiştir.

İnsan, Allah’ın en mükemmel eseridir. Şu var ki, bu harika eser bir imtihana tâbi tutulmuş, hayır ve şerden, iman ve küfürden, adalet ve zulümden, sefahat ve ahlâktan dilediğini seçmekte serbest bırakılmıştır. Bu fani dünya hayatındaki bu kısa serbestliği müteakip, bütün insanlar ölümü tadacaklar ve insanlık sermayelerinden hesaba çekileceklerdir.

Allah’ın razı olduğu bir kul olmak isteyenler, Onun kullarını, şer yolundan hayra çevirmek için çalışırlar. Bu büyük görevi en mükemmel şekliyle peygamberler yerine getirmişler ve insanlık için birer hidayet rehberi olmuşlardır.

Peygamberimiz (asm) Allah’ın son elçisidir. Artık, kıyamete kadar hiçbir peygamber gelmeyeceğine göre, bütün insanlığın irşat görevi Ona (asm) ve ümmetine aittir. İslâm âlimleri, gayr-ı müslimler için “ümmet-i davet” tabirini kullanırlar. Yani, onlar da Peygamberimizin irşadına muhatap olan insanlardır. Kendilerine hak din tebliğ edildiğinde, onu kabul ederlerse o zaman diğer Müslümanlar gibi onlar da “ümmet-i icabet” sınıfına girmiş olurlar.

Buna göre, bir Müslümanın gayr-ı müslimlere bakışı şöyle olmalıdır:

“Bunlar, İslam’ın nuruna muhtaç zavallı kullardır. Benim görevim, bu insanların İslam’a kavuşmaları ve ‘ümmet-i icabet’ sınıfına girmeleri için çaba göstermektir. Ben bu görevi yerine getirirsem, Allah Resulü (asm) benden razı olacaktır. Çünkü, Onun isteğini yerine getirmiş ve Ona yeni ümmetler kazandırmış olacağım. Onları öldürerek cehenneme göndermek benim görevim değildir. Harp halinde onlarla çarpışırım, ama sulh halinde, Azrail aleyhisselamın görevini üslenmemin de hiçbir manası yok.”

Allah Resulü (asm) bir mana hekimi olarak, müşrikleri şirkten kurtarmaya çalışmış ve tedaviden kaçan o manevi hasta insanların, kendisine nice zahmetler vermelerine rağmen onların kurtuluşu için her zorluğa katlanmış ve sonunda, yirmi üç sene gibi kısa bir zaman dilimi içinde, yüz yirmi dört bin sahabe yetiştirmiştir. Onun yolunda gidenler de müşrike değil şirke düşman olacaklar, kâfire değil küfre cihat ilan edecekler, sefihlerle değil sefahatle çarpışacaklar ve insanlık alemini bu gibi tehlikelerden kurtarmak için çalışacaklardır. Yani, öncelikle manevî cihat yapacaklardır. Ancak, bu şer güçler, İslam’ın nurunu söndürmek üzere karşılarına silahla çıkarlarsa o zaman da maddî cihada baş vuracaklardır.

Sulh halinde sadece manevî cihat yapılabileceği hakkındaki İslâmî hüküm, Nur Külliyatında şöylece nazara verilir:

“Kâfir eğer zımmî olsa veya musalaha etse hakk-ı hayatı var, diye usul-ü şeriatın bir düsturudur.”

Zımmî, bir İslâm ülkesinde başka bir dine mensup olarak yaşayan, vergisini veren ve vatandaşlık görevlerini yerine getiren kimsedir. Böyle biri kişinin, başta hayat hakkı olmak üzere bütün hakları koruma altındadır. İslâm hukukuna göre, onun malını çalanın da eli kesilir, onun hayatına kastedene de kısas uygulanır. Ayrıca, ona yapılan her haksızlık “kul hakkı” olarak mahşerde karşılığını mutlaka bulacaktır.

“Musalaha eden”, yani Müslümanlarla barış halinde bulunan bir kâfir devletin mensupları için de hüküm aynıdır.

Allah Resulünün (asm.) bu konudaki bir hadis-i şerifleri şöyle başlar:

“Zımmîye eziyet eden bana eziyet etmiş olur…”

İslâm ülkesinde yaşayan o zımmî vatandaş her şeyden önce Allah’ın kuludur. O kulun İslâm ile şereflenmesi için gösterilecek her türlü gayret Allah’ın rızasını celbeder. Onun İslam’dan uzak kalmasını netice verecek her türlü yanlış davranışlar ise insanı İlahî rızadan uzaklaştırır.

Nur Külliyatında geçen şu cümleler ne kadar manalı ve ibretlidir:

“Neden kâfir olana kâfir demeceğiz?”

Cevap:

“Kör adama, ‘Hey kör!’ demediğiniz gibi... Çünkü eziyettir, eziyetten nehiy var.”

Allah Resulünün (asm), zimmiye eziyeti yasaklayan hadis-i şerifleri ve Üstad Bediüzzaman’ın bu hadisten ilhamen dikkatimize sunduğu bu ibret dersi Kur’an nurundan geliyor; onun birer tefsiri mahiyetindedirler.

Bakınız, bir ayet-i kerimede ne buyruluyor:

“Allah (cc), sizinle din hakkında savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve onlara adaletle davranmanızı yasaklamaz. Çünkü, Allah adaletli olanları sever.” (Mümtehine Suresi, 8)

Din bu iken, İslâm bize adaleti ve iyilikle muameleyi ders verirken, sulh ortamında birlikte yaşadığı bir gayr-ı müslimin hayatına kastetmeyi İslam’a hizmet sanan bir kişinin, cehaletine sınır biçmek mümkün değildir. Bu gayr-ı müslim vatandaşlarımız bize “Dininizi yaşamayın!” diye harp ilan etmiş değiller ki, biz de onlarla harp edelim. Yine bunlar, bizi yurdumuzdan çıkarmak üzere karşımıza silahla çıkmış değiller ki onlara karşı silah kullanalım.

Ayetin son kısmında “Allah adalet yapanlan sever,” buyrulur ve bu konuda Müslüman-Hıristiyan ayırımı yapılmayıp Cenab-ı Hakk’ın, adaleti “mutlak manada” sevdiği beyan edilir.

Adaletin zıddı haksızlıktır, zulümdür. Hûd Suresi 113. ayetinde, “Zulmedenlere meyletmeyin; sonra, ateş size dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur, sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz.” buyrularak zulmü, değil işleyene, ona meyledene bile ateşin dokunacağı haber verilir.

İsrâ Suresinden bir ayet mealen:

“Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkence için misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. ”

Bu ayet-i kerime, suçluya hak ettiği cezadan fazlasını vermeyi yasakladığı, ceza vermektense sabretmenin daha hayırlı olacağını ders verdiği halde, biz ne hakla kendi keyfimizce cezalar ihdas ediyor, yetkisiz ve sorumsuz olarak kararımızı icra edebiliyoruz!?..

Bir başka ayet-i kerimede Peygamber Efendimizin (asm) insanlara “Şahit, müjdeleyici, korkutucu (küfürden, şirkten, haramlardan sakındırıcı), dâi-i İlallah (Allah’a davet edici) ve sirac-ı münir (nurlar saçan bir kandil)” olarak gönderildiği haber verildikten sonra, “kâfirlere ve münafıklara itaat etme, onların ezalarını bırak da Allah’a tevekkül et…” buyrulur.

Ayet-i kerimenin, “Onların ezalarını bırak.” mealindeki kısmına Elmalılı tefsirinde şu mana verilir:

“...Onların sana yaptıkları ve yapacakları eziyetlere, rahatsızlıklara aldırma, ... fakat ezaya da kalkışma.”

Allah Resulü (asm) kendine eza edenleri, ceza vererek değil, onlara hakkı tebliğ ederek ve hidayetleri için Rabbine yalvararak şirk ve küfür karanlığından kurtardı, iman ve tevhit nuruna kavuşturdu.

Biz yanlış yolda gidenlere karşı, birer “davet edici ve nur saçıcı” olmaya gayret edeceğimize, onları doğrudan ölüme mahkûm etmekle peygamber çizgisinden ne kadar saptığımızın farkında mıyız?

Kur’an-ı Kerîm’de bütün peygamberlere verilen ortak bir mesaj vardır: “Peygamberin görevi ancak tebliğdir.”

İslam’a uymayan birisini kendi keyfince öldüren kişiye Üstad Bediüzzaman’ın şu ifadelerini hatırlatmak isteriz:

“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gadabından fazla gadap edilmez.”

Canına kıyılan o kişiyi Allah, bütün küfür ve isyanına rağmen kahretmiyor. Onu, yine de besliyor, büyütüyor; kanını temizliyor, hücrelerini yeniliyor. Böylece o asi kuluna mühlet veriyor, bizim de ona hakkı tebliğ etmemizi istiyor. Hal böyle iken, bize ne oluyor da Allah’ın gazabından fazla gazaba gelip onu hemen öldürme yoluna gidiyoruz.

Bir hususu da ayrıca ifade etmek isterim:

İslam’a zıt bir çizgide yaşayan kişi için ileride iki sonuç söz konusudur:

Birisi, o adam bir gün hidayete erebilir ve Cennet ehli olabilir. Biz onu öldürmekle, “Cennet yolunu kapayanlar” zümresine dahil olmuş oluruz.

İkinci ihtimal, o kişi küfründe ve isyanında devam ederek Cehennemdeki azabını artıracaktır. Biz onu öldürmekle, bu azabın daha az seviyede kalmasına yardım etmiş ve ona bilmeyerek iyilik etmiş oluruz.

Demek ki, her iki halde de yanlış yoldayız. Bizim görevimiz Allah’ın kullarını öldürmek değil, bütün peygamberlerin ortak sünnetine aynen uyarak, o kişilere hak ve hakikati tebliğ etmektir. “Dinde zorlama yoktur” hükmünce, bu konuda bir zorlamaya da gitmemektir.

Şu da bilinen bir gerçektir ki, İslam’da bir kişi kendi kafasına göre düşman bir devlete harp ilan edemez, yahut dahilde İslam’a aykırı davranan kişilere kendi reyiyle ceza veremez. Birincisinde söz hakkı devletin, ikincisinde ise hâkimindir. Fertlere bu konuda hiçbir yetki verilmemiştir. Yetkisiz olarak, bir gayr-ı müslimi öldüren kişi “mücahit” değil “katil” olur. Ve İslâm hukukuna göre, ona da ölüm cezası verilir.

 

(*) 2007 yılı