TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Denizin dibine bayrak dikilir mi?

Geçen ay çok ilginç bir haber, televizyon kanallarında göründü. Rusya, Kanada, ABD gibi kuzey kutbuna yakın olan ülkeler, buzulların erimeye başlamasıyla bu bölgeleri sahiplenme derdine düştüler. Hatta aralarından bazıları, deniz dibine bayrak bile dikti. “Bu açık denizlere niçin bayrak dikilir?” diye merak ediyorsanız, sebebi şu: petrol aramak ve çıkan petrolü sahiplenmek!

Ne kadar tuhaf ve acı! Dünyanın ekolojik dengesinin giderek bozulduğunu haber veren küresel ısınma, gezegen sakinlerini topyekün derin bir endişeye sevk etmesi ve gerekli tedbirleri almaya yönlendirmesi gerekirken, dünyayı asıl bu çevre felaketlerine sürükleyen ülkeler, akılalmaz bir pişkinlikle, ne yazık ki bildikleri yolda tam gaz devam ediyorlar. O kadar ki, küresel felaketlerin habercilerini bile, kör bir menfaat bakışıyla, kendileri için fırsat sayıyorlar.

İşte kör hırsın ve menfaat düşkünlüğünün varacağı son nokta!

Dünyamız, yani üzerinde yaşadığımız gemi batıyor. Ama adına ‘gelişmiş ülke’ denen bazı fazilet yoksunu ülkeler, batmakta olduğu için dikleşmiş bir geminin yukarıdaki kıç tarafında olmanın lehlerine bir durum olduğunu zannediyorlar. Eğer akıllarını başlarına almazlarsa, yakında hepimiz -insan eliyle- denizin dibini boylayacağız ama farkında değiller. Ne diyelim, Allah ıslah etsin!

 

***

 

Zülfü Livaneli: “Bir yaz Said Nursi okudum…”

Sanatçılar yaşlanıp hatıralarını yazmaya başlayınca, haklarında ilginç bilgilere de erişiyoruz. Livaneli’nin Sevdalım Hayat adlı son kitabı da bunlardan. Meğer Zülfü Livaneli, gençliğinde bir yaz tatili boyunca Said Nursi okumuş. Kendisine Said Nursi’den bahseden arkadaşları, eline onun bir kitabını, Asa-yı Musa’yı tutuşturmuşlar önce. Kitabın üslubunu ilginç ve ateşli bulan Livaneli, kitapta bir edebiyat tadı bulduğunu itiraf ediyor. İçeriğine gelince; okuduğu Kader bahsini Bediüzzaman’ın sanki Balzac’la, Kierkgard’la, Camus’la polemiğe giriyor gibi yazması ve çok mantıklı cevaplar vermesi karşısında hayran kaldığını ifade eden Livaneli, o yaz tatili boyunca kendisine verilen diğer Said Nursi kitaplarını da bekletmeden okumuş. “Peki sonra ne olmuş da, Livaneli yolunu değiştirmiş?” diye merak ediyorsanız, Livaneli’nin kitapta verdiği cevap şu: “İlk kez gittiğim bir sohbette kitaplardan pasajlar okundu ama sonra yapılan yorumlar ve konuşmalar itici geldi bana. Politik bir örgüt oldukları izlenimini edindim.” 

Livaneli’nin, doğru ya da yanlış, risalelerle yolları burada ayrılmış. Bir tarafta onu okuyanların Kuran tefsiri olan Risale-i Nur’a politik bir örgütle çevrelenmiş izlenimi vermelerindeki hakikatin incinmesi; diğer yanda kaybedilen fırsatlar… Acaba, Livaneli, basit bir ilk izlenimi ve önyargılarını aşabilseydi, bugün nasıl bir Zülfü Livaneli olurdu? Ya da politik örgüt olmak bu kadar kötü bir şey iken, sonradan siyasete atıldığında kötülüğü yok mu olmuştu? Ya da dindar insanlar politika yaptığında itici oluyor da, dindar olmayanlar yaptığında çekici mi oluyor? İnsan bunları da merak ediyor doğrusu.

 

***

 

Boşanmanın da fuarı yapıldı!

Avrupa ülkeleri genelinde boşanma oranı %40; Avusturya’da ise bu oran %50. Yani Avusturya’da evlenen çiftlerin yarısı boşanıyor. Dolayısıyla dünyada ilk defa düzenlenen boşanma fuarının Avusturya’nın başkenti Viyana’da düzenlenmesine şaşmamalı. Ekim ayında düzenlenen fuarda, boşanmak isteyen çiftlere hukuki ve psikolojik bilgilerin verilmesinin yanı sıra, babalık testi de yapıldı. Fuarda açılan standlarda emlakçılar, hukuki danışmanlar, seyahat acenteleri, arabulucular, kadın kuruluşları yer aldı.

Fuarın düzenlenmesinde ana fikir, boşanmanın tarafların psikolojik bunalıma sürüklenip hayatlarının kalan kısmını bu sıkıntıyla yaşamalarının olabildiğince önüne geçmek. Avrupa’da pek çok çiftin bu duruma düştüğü dikkate alındığında, bunun mantıklı bir tarafı da yok değil. Örneğin, seyahat acentelerinin sunduğu iyi bir tatil programı, boşanma sonrası bunalıma düşmüş eş için işe yarayabilir.

Fakat bu fuarın yapılması, başka bir anlamı da akla getiriyor. Boşanma oranlarının da gösterdiği gibi Avrupalılar aileyi ayakta tutmakta özellikle son yıllarda çok zorlanmaya başladı. Galiba bu konuda teslim bayrağını da çektiler. Ve geldikleri bu ümitsiz noktada, muhtemelen, “Madem aileyi ayakta tutamıyoruz. Biz de boşanmayı tatsız bir şey olmaktan çıkarırız ve boşananların gönlünü hoş tutarız.” diye düşünmeye başladılar. Yoksa, neden böyle bir fuar yapsınlar ki?

 

***

 

“Yüzüklerini sadece parmaklarına taktıkları için 

böyle kolay çıkarabiliyorlar…”

— M. Selahattin Şimşek

 

***

 

Yıldız ne söyler?

“Yıldızlar, başka başka insanlara farklı şeyler ifade ederler. Bazıları için sadece gökyüzünde titreyen ışıklardır. Yolcular içinse, bir rehberdirler. Bilim adamları için fikir kaynağıdırlar. Şu benim iş adamı içinse zenginlik.”

— Saint Exupery, Küçük Prens’ten

 

***

 

İki reklam, bir yorum

Hani şu televizyonda uzunca yayınlanan telefonla pazarlaması yapılan ürün reklamları var ya. İşte o reklamlardan ikisi: Birincisi, yeni çıkan elektrikli bir bıçakla ilgili. Bıçak, birbirine bitişik iki parçalı ve titreşimli. Bu sayede, siz elinizi kolunuzu yormadan ve bıçağı ileri geri hareket ettirmeye gerek kalmadan, işinizi görüyorsunuz. İster et kesiyorsunuz, ister çok katlı bir sandviç. Reklamın hedef kitleyi yakalayan cümlesi ise, “Bırakın kaslarınız yorulmasın, elektrikli bıçak sizin için her şeyi kessin.”

Hemen peşinden yayınlanan diğer reklam ise, bir fitness aleti. Normalde bu aletler, evde ve ofiste sürekli oturan ve bundan dolayı sağlık sorunları yaşamaya başlayan modern insana, hareket etmesi ve kaslarını çalıştırması için pazarlanıyor. Yani, birinci reklam tüketiciye kaslarını yormamayı vaat ederken, ikincisi tam tersine, yormayı vaat ediyor; daha doğrusu vaat etmesi gerekiyor, ama o da ne? Reklamı yapılan fitness aleti, insanın kaslarını hareket ettirmesini gerektirmiyor. İsteyen beline, isteyen baldırına bu aleti takıyor ve titreşimle o bölgeye masaj yapıyor. Mübarek, fitness değil de, rahatlatma aleti sanki.

Sözün özü, reklamın biri, “yorulmayın” diyor. Bir diğeri ise, hareketsizlikten şişmanlayıp sağlıksız bir hale gelince, “Alın size, fitness aleti” diyor. Fakat o dahi, kasları yormaya hacet bırakmıyor.

İşte Kapitalizm, modern insanı böylece kendisine sunulan her şeyi aptalca satın alan bir ördeğe dönüştürüyor. Aramızda buna direnç gösterenlerin sayısı artmadıkça da, bu böyle devam edeceğe benziyor. Akıllı bir iktisatçının sözünü hatırlamanın tam zamanı: “Eğer insanlar akıllıca hareket etseler, dünyada mantıksızca tüketime dayalı ekonomilerin çoğu çöker.”

 

***

 

Futbol, vatan kurtarır mı?

Futbolu sadece bir oyun olarak bir türlü göremiyoruz. Hele millî maçlar, tam bir düşmanla meydan muharebesi psikolojisine sokuluyor. Bunda spor editörlerinin de ciddi katkısı var doğrusu…

“Birilerinin çıkıp, futbol editörlerinin gündemi yakalamak uğruna her salataya maydanoz olmak heveslerine dur demesi gerekiyor; daha doğrusu futbolun, aslında ait olması gereken yeri dar bularak hayatımızı idare etmeye kalkışmasına hep beraber karşı çıkmamız lazım.

Biri çıkıyor şehit cenazelerinden ötürü ciddi ciddi millî takıma kara forma giydiriyor; bir başkası millî takım oyuncularının prim gelirlerini ebediyen şehit ailelerine bağışlamaları için vatanseverlik formu doldurmaya davet ediyor. Veyl itiraz edenin haline!

Hayır, bu kadar çok önem verdiğimize göre milletçe futboldan biraz anlasak gam yemeyeceğim; futbol zevki ölmüş, ortalık fanatikten geçilmiyor; çoğu kuralları bile bilmiyor ama boğazımıza kadar futbola batmışız.

Futbol, kardeşlik ve iyi ilişkilerden çok gerginlik ve kavga ortamına katkıda bulunmuştur; itiraz eden “araştırmacı gazeteciler” yapsınlar dökümünü, görelim. Şu Trabzon-Sivas maçından sonra gelişen olaylara bakınız; neredeyse iki şehir ahalisi birbirine düşman kesilecek raddeye getirildi. Paylaşılamayan bir üç puan söz konusu imiş. Yerin dibine geçsin üç puan; nedir üç puan, ekmek mi, su mu, bağımsızlık mı, nedir?

 

***

 

“Futbol topu büyüyüp büyüyüp dünya kadar olduğunda, 

dünya, küçülüp küçülüp futbol topu kadar kalır! 

Herkesin dünyası gönlü kadardır…”

— M. Selahattin Şimşek

 

***

 

İngiliz Evrimci Israrlı: “İnsanlar ikiye ayrılacak!”

İngiliz evrim teorisyeni Oliver Curry’ye göre, insan ırkı gelecekte ikiye ayrılacak. İnsanlardan elit olanlar çekici ve güzel, diğerleri ise çirkin ve itici olacak.

İngiliz yayın kuruluşu BBC’ye geçen yıl yaptığı açıklamanın bir benzerini İngiliz televizyon kanalı Bravo’da tekrarlayan London School of Economics öğretim üyesi Curry, insan ırkının gelecekte biri çekici, akıllı, yöneten elitler, diğeri de pek akıllı olmayan, çirkin, cin benzeri yaratıklar olmak üzere ikiye ayrılacağını iddia etti.

Curry’nin bu iddiaları, aslında evrimin babası olan Charles Darwin’in survival of the fittest, yani en uygun olanın (güçlünün) hayatta kalacağı, buna karşılık zayıfların giderek tarih sahnesinden çekileceğine ilişkin görüşünden apartılıp, bunun geleceğe yansıtılmasından başka bir şey değil.

Evrimcilerin bu tür fantezileri, konu sıkıntısı çeken Hollywood film yapımcılarının işine yarasa da, işin doğrusu, evrimi savunanların değirmenine çok da su taşımıyor aslında. Çünkü evrim düşüncesinin en önemli eksiklerinden birisi, evrimi ancak uzak geçmiş ve uzak gelecekte gerçekleşmiş ve gerçekleşecek olaylar olarak tanımlamak zorunda kalmaları. Şimdiye gelince, evrimcilerin “İşte burada!” diye işaret edebilecekleri hiçbir evrimsel gelişme ya da değişim göze çarpmıyor. Maymunlar maymunluğuna, insanlar da insanlığına devam ediyorlar.

 

***

 

Televizyon çocukları bozar!

Anne babalar! Bebeğinizi televizyon karşısında, sofranın dışında beslemeyiniz. Bu, bebekleri sofradan uzaklaştırır. Televizyon karşısında beslenmeye alışan çocuğunuzu bir yaşından sonra sofraya oturtmak isteseniz bile oturmaz. Çünkü televizyon karşısında yemek yemeye alışmıştır artık. Televizyondaki hareketlilik ve renklilik onun ilgisini çeker. Oyunla değil bebeğin de yetişkinler gibi yemek yemesinin öğretilmesi gerekiyor. Televizyonla beslenen çocuğun dikkati dağılıyor. Bu durum bir müddet sonra çocukta gelişim bozukluğuna neden olabiliyor.