Hindistan, Hazreti Âdem’in indiği yerdir. Allah, Hazreti Âdem’i Hindistan topraklarında Serendib’e indirmiştir. Yeryüzünde ilk hilafet merkezi burasıdır. En hayırlı vadi, Mekke vadisiyle birlikte, Âdem aleyhisselâmın Hindistan’a indiği vadidir. İlk peygamber Hindistan’dan çıkmış, Cebrail aleyhisselâm ilk defa Hindistan’a inmiştir. Altın, gümüş ve mücevherler ilk olarak Hindistan topraklarından çıkmıştır. Demircilik sanatı ilk defa Hindistan’da başlamıştır. Arapça’dan başka Kur’an’da aynen yer alan Hind dilidir; Sündüs ve Tûba kelimelerinin her ikisi de Hindçe’dir.
Bu ayrıcalıklı yönleri göz önüne alındığında Hindistan’ın İslâm’la ilişkisinin ta Hz. Âdem’e kadar geriye götürülebileceği rahatlıkla söylenebilir. Fakat Abbasi İslâm ordusu hicretin 92. senesinde Hindistan alt kıtasına girdiğinde, karşısında ilk peygamberin mirasını layıkıyla üstlenmiş bir millet bulamadı. Yerel halk Hindular ve Mecusilerden oluşuyordu. Abbasilerin Hindistan üzerindeki hâkimiyeti 300 yıl kadar sürdü.
İslâm’ın Hindistan’a girişiyle ilgili resmî tarihin dışında anlatılan tarihler de yok değil! Biraz da hikaye şeklinde anlatılan bu tarihler, Arap tüccarların 600’lü yıllardan itibaren Hindistan, Malezya, Çin gibi ülkelere deniz yoluyla ulaşmış olmaları gerçeğine dayanıyor. Bu nedenle meydana gelmiş olmaları ihtimali var.
Bunlardan birine göre, Efendimiz (asm) zamanında Hindular astronomi ile çok ciddi ilgileniyorlardı. Ay’ın ikiye ayrılması olayı zuhur edince çok şaşırdılar. Muradabad kralı Ouwesingh bu mesele üzerinde üç yıl çalışmış ve bir peygamberin Mekke’de zuhur ettiğine kanaat getirmiştir. Hemen veziri Rattansi’ye o zamanda Mekke’de bulunmayan üç şey Supari, Suri ve Camarband vererek Mekke’ye göndermiştir. Kral, Rattansi’ye Hazreti Peygamberin, elindeki şeyleri göstermeden bilmesi haline ona biat etmesi ve anlattıklarını öğrenip geri dönmesini ister. Olaylar beklendiği gibi gelişince, Rattansi biat eder ve beş yıl Medine’de kalır; daha sonra Hindistan’a dönerek İslâm’ı anlatır.
Hindistan’ın Müslüman kuvvetlerce asıl fethi ise, 1200’lü yılların başında Gazneli Sultan Mahmud ile başladı. Müslüman bir Türk olan Gazneli Mahmud, Afganistan’ın Gazne tarafından gelip Hindistan’a tam on yedi sefer düzenledi. Namı “Putkıran”a çıkan Sultan Gazneli Mahmud, bu seferler sırasında pek çok Hindu tapınağını da yıktı. Muhtemeldir ki, Hindular ile Müslümanlar arasında sonraki dönemde tam bir dostluk ilişkisinin gelişmemesinde Gazneli Mahmud’un bu icraatının önemli bir rolü oldu. Ancak belli ki Kabe’deki putları kırarak ortaya çıkmış bir dinin mensubu olarak Gazneli Mahmud, Hinduların taptığı putlara hoşgörü gösteremedi.
(Burada gözden kaçabilecek bir başka güzel nokta da, Türklerin İslâm’a yaptığı katkıyla alâkalı. “İslâm’a bayraktarlık etmiş bir millet” dendiğinde, genellikle Türklerin aklına da sadece Osmanlılar gelir. Fakat tarihe bütünü açısından bakıldığında, Türklerin İslâm adına Asya ve Hind yarımadasında da bayraktarlık vazifesi yaptığı görülür.)
Hindistan ve Hindular için tam bir karabasan devri olarak görülen Gaznelilerden sonra, Muhammed Guri Hind illerine girmiş bir başka Müslüman hükümdardır. Guriler, Lahor ve Gucarat taraflarına seferler düzenlemiş ve Delhi Sultanlığı’nın temellerini atmışlardır. Delhi’de İslâm’ın ilk izi, Muhammed Guri’den sonra gelen Kutubuddin Aybek’in inşa ettirdiği Kutup Minar (Kutbet-ül İslâm) minaresidir.
Delhi-Türk Sultanlığı’nın Hindistan’ın başkenti Delhi’ye vurduğu bu İslâm mührü, yaklaşık 800 yıldır ayakta kalabilmeyi başarmıştır. Dünyanın en muhteşem, en göz kamaştırıcı eserlerinden biridir. Minare 75 metreye yakın yükseklikte olup üzerinde mükemmel bir taş işçiliği ile Esmaü’l-Hüsna Kufî yazısıyla yazılıdır. Bu minareyi gören gazeteci C. Çandar, Benim Şehirlerim kitabında şöyle anlatıyor:
“Kutbul Minar’ı gören ateist; ya dindar olur ya da insanoğlunun imanı, gücü, emeği, sebatı, becerisi, ustalığı, dehası ve akla gelebilecek ne kadar olumlu sıfat olabilirse bunların tümü karşısında saygının ötesinde, huşu ile eğilmekten başka bir şey gelmez.”
Kutubuddin Aybek, 1210 senesinde vefat edince, yerine damadı Şemseddin İltutmuş geçti. İltutmuş, öncelikle, diğer bölgelerde bağımsızlıklarını ilan eden komutanları da hâkimiyeti altına alıp, Hint illerinde bir kez daha Türk İslâm hâkimiyetini sağlamlaştırdı. Abbasi Halifesi’nin tanıdığı ilk Müslüman Türk sultanı oldu. Emîr-ül Mü’minîn lakabına mazhar oldu. Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî’nin talebelerinden olan İltutmuş, İslâm’ın Hindistan’da yayılması için çok gayret etti. 1291-92’de Moğol ordusunun büyük bir istila girişimi oldu. Bu teşebbüs başarıyla önlendi ve birçok Moğol askeri esir edildi. Bunların büyük bir kısmı Müslüman olup Delhi Türk Sultanlığı’nın hizmetine girdi.
1526 yılına gelindiğinde, ana tarafından Özbek baba tarafından Moğol olan Babür Şah liderliğinde Hindistan’da yeni bir İslâm İmparatorluğunun temelleri atıldı. Babür Şah, Osmanlı Türklerinden Mustafa Rumi’nin kumanda ettiği bir topçu birliğiyle beraber 13 bin kişilik ordusuyla Hinduların yüz bin kişilik fil ordusuna galip geldi. Babür Şah ile Hindistan uzun yıllar sonra beklediği tertip ve düzene kavuşmuş, siyasi ve sosyal yaşam olarak Hind halkı nefes almıştır. Hindistan’ın dört bir yanına gönderilen valilerle düzen sağlanınca, bağı bahçesi bile darmadağın olan Hind illerinin bağına bahçesine dirlik düzen gelmiş ve simetri ve renk ön plana çıkmıştır.
Halk arasında sevgi kazanmasını sağlayan edebi ve yumuşak kişiliğiyle tanınan Babür Şah, meşhur Babürname’sinde oğlu Hümayun’a şunları vasiyet etmişti:
“Ey oğul! Şimdi diyeceklerimi unutmayasın. Kalbinde kimseye dinî düşmanlık besleme. İnsanların dinî inanç ve ibadetlerine bakarak adaletten ayrılmayasın. İnekleri açık yerlerde kesmekten beri dur. Bu seni halkın gözünde yükseltir. Onların kalbini kazandırır. Başka dinlerin ibadethanelerini yıkıp zarar vermeyesin. Memleketin her köşesine adaleti götürmek istiyorsan, önce barışı sağlamalısın. İslâm’ı insanların kalbine sevgi kılıcı ile kazımak, öfke ve nefret kılıcı ile kazımaktan daha yeğdir. Şii ve Sünnileri birbirlerinden ayırayasın. Halkının arasındaki farklara mevsimler arasındaki farklar gibi bakasın.”
Hümayun, babasının tavsiyelerine uymaya çalıştı. Ülkesinin imarına önem verdi, birçok İslâmî karakterde bina yaptı. Fakat ölümünden sonra yerine geçen Ekber Şah, Hindistan’ın tamamında rahatlıkla yönetebileceği homojen bir halk oluşturma derdine düştü. “Din-i ilâhî” adı ile sözde bir din kurmaya çalıştı. Hindu, Sih ve Hristiyan karışımı bazı inanç ve pratikleri İslâm’ın içine sokmayı hedefledi. Bu uydurma din sayesinde bütün tebaası üzerinde manevî ve ruhanî hükümdarlığını tesis etmeyi arzuluyordu. Ölçüyü o kadar kaçırmıştı ki, kendisine “Allah Ekber” dedirterek ilahlık iddia ediyordu.
Ekber Şah döneminde Mecusi, Brehmen ve Hristiyanlara hürriyet tanınırken, Müslümanlar zulüm ve işkence gördü. Elli yıl süren bu kara dönemin ardından tahta oğlu Selim Cihangir Şah geçti. Cihangir Şah’ın en büyük icraatı ve hizmeti, babasının Müslümanlara ve İslâm âlimlerine karşı yürüttüğü baskıyı kaldırması oldu.
Bu tamir işleminde en büyük vazifeyi, Hindistan’ın İslâm tarihinde belki de en yüksek siması olan Ahmet el-Farukî, ya da bilinen adıyla İmam-ı Rabbanî gördü. Onun etkisi sadece Hindistan’la sınırlı kalmadı, tüm İslâm coğrafyasına yayıldı. Özellikle çok değişik dinî anlayış ve düşünüşlerin dolaşımda olduğu bir dönemde, iman hakikatlerine ve sünnet-i seniyyeye vurgu yaptı. Daha on sekiz yaşındayken yazdığı İsbat-ün-Nübüvve kitabı ile peygamberleri filozoflardan kesin olarak ayırdı. Pek çok talebe yetiştirdi. Zamanın padişah, vali, kumandan, âlim ve hâkimlerine mektuplar yazarak, sünnet-i seniyyeye teşvik etti. Yaptığı önemli işlerden biri de, tasavvufun İslâm dairesinin dışında olmadığını göstermekti. İslâm hükümleri ile tasavvuf arasındaki birliği başarıyla ortaya koydu.
İmam Rabbanî’nin tasarrufu, gerek kendisi gerek oğulları ve torunları vasıtasıyla Cihangir Şah’tan sonra da devam etti. Şah Cihan ve ardından tahta geçen Evrengzib Alemgîr dinine bağlı, âlimleri seven hükümdarlar oldular.
Bugün Hindistan deyince akla ilk gelen Tac Mahal, Şah Cihan’ın eşi Banu Hanım için yaptırdığı bir türbe olup, dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilir. Babür-Türk İmparatorluğu’nun 400 yıl idare merkezliğini yapmış Agra’da bulunan yapı, gün ağrırken süt renginden griye ve gül pembeye; güneş batımında ise altın rengine dönerek ziyaretçilerine harika bir göz ziyafeti sunar.
Yine Hindistan’ın sembol yapılarından biri olan Cuma Cami de Şah Cihan tarafından inşa edilmiştir. Dünyada başka bir örneği olmayan bu camide, bir seferde 25 bin kişi namaz kılabilmektedir.
Gürgâniyye Devleti olarak da bilinen Babürlüler, Evrengzib Alemgîr zamanında parlak bir dönem geçirdiler. Mekke şerifine elçiler gönderildi, büyük maddî yardımda bulunuldu. Osmanlı Devleti’yle münasebetler geliştirildi. Padişah İkinci Süleyman’la dostluk kuruldu.
Gelgelelim, Babürlüler Evrengzib’ten sonra eski parlaklığını kaybetti. Sonradan gelen hükümdarlar ve devlet, gelen dış baskı neticesinde yıprandı. Deniz yoluyla Hindistan’a ulaşan sömürgeci Avrupa devletleri, önce ticaret yaparak, sonra koloni bölgeleri oluşturarak ve en sonunda da zorla hâkimiyeti ellerine geçirerek Hindistan’ı sömürmeye başladılar.
Hindistan 1858 yılında İngilizlerin yönetimine geçti. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesine kadar da bu ülkenin zalim yönetimine boyun eğdi. Geçiminin büyük kısmını tarımdan kazanan Hindistan ahalisi, kârlarının %50’sini doğrudan İngilizlere vermek zorunda kaldı. Britanya’nın “üzerine güneş batmayan imparatorluk” sıfatını kazanmasının ve zenginleşmesinin ardında, haksızca sömürülen kocaman bir Hindistan vardı.
İngilizlerin Hindistan’a yabancıların girişine izin vermediği bu zor dönemde, Müslümanlar çok zor şartlar altında yaşamak zorunda kaldı. Yapılan onca katliamdan başka, iş ve çalışma imkânları kısıtlandı, eğitim göstermelik bir hizmete dönüştü. Eğitim dili İngilizce olduğu ve okullarda İngiliz ahlâkı verilmeye çalışıldığı için pek çok Müslüman bu okullara soğuk baktı.
İngiliz yönetimi altında ülkede fakirlik genel itibariyle giderek arttı, medeniyet geriledi. Önceki asırlarda Muhammed Bakibillah, İmam-ı Rabbanî, Abdullah Dehlevî gibi İslâm büyüklerinin Hindistan kültür ve hayatına vurduğu mührün izleri gündelik hayatın dışına taşındı. Kalküta, Yeni Delhi gibi yeni şehirler kurularak, eski medeniyet izleri gizlendi.
Bu zor zamanlarda Hintli Müslümanlar âdeta bir kurtarıcı gibi hilâfet merkezi olan İstanbul’a baktılar. İslâm’ın geleceğini, hilâfet makamının sıhhatte olmasında görüyorlardı. Fakat Hindistan ve civarına yollanan elçilerin dinî hassasiyetlerinin zayıf olması, İngilizlerin sinsi siyaset ve propagandaları, Hintli Müslümanları küstürdü. Yine de 1853 Osmanlı-Rus savaşında, Hicaz demiryolunun yapımında ve başka vesilelerle İstanbul’a yardım paraları göndermekten geri kalmadılar. Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması İslâm adına Hintli Müslümanları ne kadar memnun ettiyse, 1924’te Halifeliğin kaldırılması da bir o kadar üzdü.
Genel olarak Hindistan’ın ve Hindistan Müslümanlarının İngiliz belasından kurtulması, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar mümkün olmadı. Daha sonra Hindu ve Mecusiler ile Müslümanlar arasındaki ihtilaf (ayrı bir yazı konusudur) nedeniyle Müslümanlar Pakistan adıyla Hindistan’dan ayrıldılar. Hindistan ise Hindu ve Mecusilere kaldı.
Günümüzde yüz milyon civarında Müslüman Pakistan’da hayatını sürdürürken, nüfus mübadelesine rağmen, iki yüz milyon kadar Müslüman (dünyanın en büyük azınlık topluluğu olarak) hâlâ Hindistan’da yaşamaktadır.
Kısaca ifade edersek, İslâm Hindistan tarihinde altın bir sayfadır. İngilizlerin hâkimiyetiyle birlikte bu sayfa sararmaya başlamış ve kaybeden maalesef Hind medeniyeti olmuştur. Özellikle Hinduların Müslüman Türklere hep “istilacı” gözüyle bakmaları, İslâmiyetten yeterince nasiplenmelerine engel olup, bâtıl inanış ve düşüncelerin ülkede hâkimiyet kurmasına yol açmıştır.
Önce Arabistan’da, sonra bir taraftan Kuzey Afrika üzerinden İspanya, öbür taraftan Horasan üzerinden Hindistan’da parlayan İslâm güneşi ise, yeni altın sayfalar yazmak üzere Anadolu topraklarına doğru yönelmiştir.