Önceki sayıda ilk bölümünü yayınladığımız İslâm ve İran konusuna ikinci ve son bölümüyle devam ediyoruz.
Daha önce ifade ettiğimiz gibi İran, İslâm’ın doğuş yıllarında Sasani Devleti çatısı altında dünyanın üç büyük süper gücünden birisiydi.
Batı’da Roma Bizans, Doğu’da ise Çin İmparatorluğu bölgelerinin emperyal devletleri idi. İran yaklaşık 100 yıl Roma Bizans ile Ortadoğu’da güç mücadelesi yapmış, önce galip gelmiş, ama sonra yenilgiye uğramıştı. Bu tarih, aynı zamanda İslâm’ın etkisinin hızla hissedilmeye başladığı 630’lu yıllara denk geliyordu.
Bazı tarihçilerin ifadesine göre, eğer İslâm İran’a hakim olmasaydı, Hristiyanlık Mecusiliğin yerini alacaktı. Bu açıdan bakıldığında, İslâm İran’da hem Mecusiliği hem de Hristiyanlığı alt etmiştir.
İran’ın Müslüman Araplar tarafından fethine gelince, fethe yol açan Kadisiye Savaşı, 636 yılında yapıldı.
Bu savaşla, Allah Resulü’nün (asm) 628 yılında Müslümanların henüz zahirî bakımdan zayıf göründüğü bir zamanda, Kisra’nın elçilerine söylediği “Benim dinim ve hakimiyetim Kisra’nın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ulaşacak, atların ve develerin ayak basacakları en uzak yerlere kadar uzanacaktır!” sözünün ilk bölümü, sekiz yıl gibi çok kısa bir sürede gerçeğe dönüştü.
Hz. Ömer’in hilafeti ve Sa’d bin Ebi Vakkas’ın kumandası altında İslâm ordusu, son Sasani kralı Yezdicerd’e uyarı ve tekliflerini yaptılarsa da, olumlu bir yanıt alamadılar. Hatta Yezdicerd, “Eğer elçilerin öldürülmesi âdet olsaydı, sizi derhal öldürürdüm!” diyerek öfkesini kustu.
Sonra da elçilere, elindeki toprağı verip “En şerefliniz kimse bu toprağı yüklensin!.. Komutanınıza, üzerinize başkumandanım Rüstem’i göndereceğimi, hepinizi Kadisiye Hendeği’ne gömeceğimi, ülkenize girip nice acılar tattıracağımı söyleyin!..” dedi.
Fakat bu öfkeli hitap, mücahitleri korkutmak bir yana, toprağı yüklenen Âsım bin Amr’da olduğu gibi müjdeli bir haber etkisi yaptı. Toprağı yüklenen Amr, arkadaşlarına “Müjdeler olsun! Yemin ederim ki, Allahü Teâlâ, bize onların mülk ve saltanatlarının anahtarlarını vermiş bulunuyor.” dedi.
Gerçekten de savaş, Müslümanların zaferiyle sonuçlandı. Hz. Ömer’in emriyle ordu, Sasani Devleti’nin başşehri ve Kisra’nın bulunduğu Medayin şehrine girdi. Daha sonra akın akın İran içlerine giren İslâm orduları, Azerbeycan, Taberistan, Cürcân, Rey, Kumîs, Karvin, Zencân, Hemedân, İsfehan ve Horasan’ı fethettiler. Böylece İran topraklarında Müslümanların hakimiyeti tam olarak sağlanmış oldu.
Hiç şüphesiz İran gibi geçmişi olan bir medeniyetin fethi, hem Müslümanlar hem de İranlılar üzerinde derin etkilerde bulundu.
Öncelikle fethin ardından İranlılar hızla İslâmiyet’i benimsediler. Bunda, bir yanda İslâm’ın ulviyeti, tek Allah inancı, sade ve öz bir inanç olması, kan, ırk ve atalardan kalma imtiyazları geçersiz ilan etmesi, getirdiği ilim ve imanın yüceliği etkili olurken, öte yandan Mecusiliğin hakikatsizliği etkiliydi.
Zaten, Mecusilik tıpkı Yahudilik gibi İranlıların ırkî temelde inandığı bir din olup cihanşumül olma iddiası taşımıyordu. O da son günlerinde halkın tevhidî dinlerle tanışmaya başlamasıyla devlet şemsiyesi altında tamamen savunma moduna geçmiş, eski haşmet ve azametini kaybetmişti.
Bunlara ilaveten, Yunan felsefesinden doğan akımların dalgaları Sasani iktidarının sonlarına doğru eski inançların temelini oldukça sarsmıştı. Kapalı zihinler böylece bir kez daha kendi inançlarını sorgulamak zorunda kaldı. Dolayısıyla İran’ın mezhep coğrafyası incelendiğinde halkı yeni din ve inançlara psikolojik açıdan hazır hale gelmişti. İranlılar Müslümanlar karşısında sadece askerî alanda değil, din konusunda da mağlup olmuştu.
Bu gelişmelerden sonra, İran toplumunun kültür hayatında hızlı bir değişim başladı. İranlılar Kur’an’ı öğrendiler, birçok idarî ve askerî terimi benimsediler. Pehlevî yazısının yerine Arap alfabesini kullanmaya başladılar. Güneş takviminden, ay takvimine geçtiler. Edebî bir dil haline gelen Arapça ile eserler meydana getirdiler. Asıl önemlisi, Basra ve Bağdat gibi iki büyük şehir kuruldu.
Fakat yine de tüm bu değişimlere rağmen İranlılar, 200 yıl süren Müslüman Arap hakimiyeti boyunca kendi kültürlerini İran’ın çeşitli bölgelerinde, özellikle de Hazar Denizi kıyılarında ve Taberistan’da sürdürdüler. Şarkılarını, eski destanlarını, efsanelerini zihinlerinde yaşattılar.
Bunda, elbette, İslâm’ın tek bir prototip kültür inanışına sahip olmaması ve hoşgörüsü de etkili oldu. Ve bu süreç, bazı tarihçilerin sonradan belirttiği gibi “İslâm İran’ı fethetmiş, ama İran’ın dili, kültürü ve sanatı İslâm’ın karakterine işlemiştir.” sözünde ifade edilen durumun bir derece gerçekleşmesine zemin hazırladı.
Fetih sonrası İran’da İslâm’ın şekillenmesi, özellikle halifeliğin saltanata dönüşmesinin ardından yaşanan siyasî kırılma anlarında farklı bir boyut kazandı. Bir kere, fethedilen diğer pek çok yerde olduğu gibi, İranlılar üzerinde de “galip-mağlup psikolojisi” etkisini açıkça gösterdi.
Büyük sahabe ve halife olan Hz. Ebubekir, Ömer ve Osman (ra), ne kadar büyük faziletlere sahip olsalar da, fethedilen ülkelerde milli onurların ciddi biçimde incinmesinin boy hedefi haline geldiler. Siyasî havanın ağırlaştığı dönemlerde bu durum, ülkelerdeki milliyetçi damar tarafından özellikle kullanıldı ve dinî alanda ciddi bir ayrışma sebebi olarak işletildi.
İran’da Şiî İslâm’ın ortaya çıkışında, temelde, işte milliyetçilik duygusunun bu şekilde sahabe düşmanlığına dönüşmesi ve terazinin diğer kefesinde Hz. Ali taraftarlığına kayması yatmaktadır. Zira, Hz. Ali, Peygamberimiz’in (asm) irtihalinden sonra ilk üç halife döneminde savaşlara katılmamış ve milli nefislerin karşısında bir düşman profili çizmemişti.
Ayrıca, Allah Resulü, kendisinden sonra Müslümanlara kitap ve sünnetle birlikte Ehl-i Beytini bırakmıştı. Ümmetin çoğunluğu, dinî yaşantısına kitap ve sünnet rehberliğini seçerken, Şiîler tarihsel, psikolojik ve siyasî sebeplerin etkisiyle Ehl-i Beyt’i ön plana çıkardı. Ama bu öne çıkarışta, öteki sahabelerin itibarını küçültmek gibi örtük niyetler saklıydı.
Daha sonra bu süreç, on iki imam inancı ile tamamlandı. Gaip olan on ikinci imam düşüncesi üzerinden İranlılar, on ikinci imam gelene kadar ulemanın ona vekalet edebileceği ve halkın dinî inancına muhafızlık yapabileceği fikrini kabul etti. Nitekim, İran Devrimi sırasında İmam Humeyni’nin gerçekleştirdiği siyasî çerçeve, bu yaklaşım üzerine kuruldu.
Öte yandan kabul etmek gerekir ki, İran gibi yerlerde milliyetçi damarın yeniden güçlenmesinde, Müslüman Arapların ilk dönem İslâmiyetinin safiyetini koruyamaması da önemli bir sebepti. Yeni ülkeler fethedildikçe, oradaki saltanat yapıları merkezi etkiledi ve hilafetin bir nevi Arap milliyetçiliğine boyanması anlamına gelen saltanata dönüşmesi süreci yaşandı. Emevi ve Abbasiler Dönemi, ne kadar adı halifelik diye geçse de, esas itibariyle birer saltanattı. Ve bunun İran gibi geçmişi olan ülkelerde milliyetçi bir aksülamel yapması kaçınılmazdı.
Nitekim, 200 yılın sonunda Fas, Endülüs, Mısır gibi ülkelerde olduğu gibi, İran’da da hilafetten kopmalar yaşandı ve yarı müstakil devletler kuruldu. Bu devletler kendi milli kültürlerini yeniden keşfederek İslâm’ı onun içine yedirme veya sentezleme yoluna gittiler.
İran’da alt akıntı olarak yaşanan eski gelenek ve kültürler bu bağlamda yeniden canlanmaya başladı. Sözlü kültürle hayatına devam eden Farsça, bu dönemde, Firdevsî’nin Şehname’siyle kaybolmaktan kurtulup yazılı kültür seviyesine yükseldi. Elbette İslâm tecrübesinin yol açtığı sıçramanın da etkisiyle, Farsça edebî bir dil halini bu yeni milliyetçi dalga sayesinde aldı.
İran, 1501 yılında Şah İsmail tarafından kurulmuş olan Safeviler’e kadar sırasıyla çeşitli milletlerin idaresi altında kaldı. Biz Türkler için belki ilginç olan ve bugünkü popüler kültüre uzak düşen nokta, İran toprakları özellikle Gazneli ve Selçuklu Devleti çatısı altında Türklerin hakimiyet kurduğu bir coğrafya olmasıydı. Onlardan sonra gelen Moğol egemenliği zamanında da Türklerin nüfusu arttı. Ve 1501 yılında başa geçen Safeviler de yine Türk’tü.
Yine ilginç olan şu ki, İran, Şiî İslâm’ı Türklerin başta olduğu Safeviler döneminde resmî din olarak benimsedi. Devamında 150 yıllık süre içinde İranlıların çoğu Şiîliği kabullendi.
Safevilerin İran tarihindeki özel önemi, ülkeyi ilk defa müstakil bir siyasî kimliğe kavuşturmasıydı. Öyle ki, bu kimlik daha sonra 1925 yılında Farslardan Pehlevî ailesi başa geçtiğinde yeniden ülke kimliğinin mayasını oluşturdu.
Safevi Devleti’nin (1501-1736) hakimiyeti boyunca en çok mücadele verdiği ülke, Osmanlı Devleti’ydi. Giderek bir cihangir devleti hüviyeti kazanan Osmanlı ile Safeviler arasındaki çatışmanın özünde, İran’ın Şiîliği Anadolu’ya ihraç etme isteği yatıyordu. Özellikle Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’i yenilgiye uğratması sonrasında Anadolu’dan İran ve Azerbeycan’a büyük miktarda Türk göçü yaşandı. Safeviler devrinde İran’da Türklerin nüfus olarak çoğunluğu oluşturmasının sebebi buydu.
Safevi Devleti’nin 1722’de Afgan Hanlarının darbeleri altında can vermesinden sonra 1789’dan 1925’e kadar İran’da bir başka Türk boyu olan Kaçarlar Devri başladı. Ve nihayet 1925’te Pehlevî ailesinin idareyi ele almasıyla İranlılar kendi ülkelerini yönetme noktasına geldiler. Bilindiği gibi, bu dönem de İmam Humeyni’nin liderliğini yaptığı İslâm Devrimi’nden sonra İran İslâm Cumhuriyeti ile bugüne kadar devam etmektedir.
İran’ın son dönem sosyal ve kültürel hayatından da kısaca bahsetmek gerekirse, dünyada oluşturulan olumsuz popüler imajların aksine, mesela sinemada İran’ın kendisine has bir özgünlük taşıması ve kendi sinemasını kurması, Şirazi, Hafız başta olmak üzere Farsça çok büyük eserlerin verilmesi, başta halı olmak üzere el sanatlarında gösterilen maharet, ve yine popüler imajların aksine İran kadınının sosyal hayata aktif biçimde katılması dikkati çeken hususlardandır.
İran, çeşitli siyasî argümanları dönem dönem çok fazla öne çıkardıysa da, İslâm adına ürettiği değerleri hafife almak hafiflik olur. Sadece dil alanında Farsça’nın belagati ve bu dilde verilen İslâmî eserler, bu konuda tüm karşı iddiaları sanırım çürütmeye yeterlidir.