Kafkasya, İdil-Ural ve Orta Asya’nın Müslüman memleketleri, İslam dünyasından kopmuş, uzaklarda kalmış parçaları olmak şöyle dursun, asırlardan beri bu dünyanın kalbi, Türk ve Fars kültürünün kaynaştığı yerler olmuştur.
İslamiyet sekizinci yüzyılda Güney Kafkasya’ya, dokuzuncu yüzyılın başında Siriderya’nın güneyinde kalan bütün Orta Asya’ya yayılmıştı. Askeri karakterde olan bu yayılışı izleyen yıllarda, Arap ve Fars olan tacirlerin ve sufi kardeşliklerin yardımıyla İslam’ın barışçı yoldan taraftar kazandığını görmekteyiz.
Bağdat halifesinin elçileri olan Arap tüccarları, ta dokuzuncu asırda İslamiyet’i İdil (Volga) üzerinde bulunan, bugün Tatarların yaşadığı, o devirdeki Bulgar Hanlığı’na ait topraklara götürmüş ve ahalinin çoğuna İslamiyet’i kabul ettirmişlerdi.
11. ve 12. yüzyılda İslamiyet Ural bölgesini (bugünkü Başkurdistan) fethediyor, Müslüman tüccarların yardımıyla İslam’ın yolu bundan sonra Siriderya’nın kuzeyinde bulunan, Kazakların yaşadığı kırlara, ondan sonra Kırgızistan dağlarına ve nihayet Doğu Türkistan’a geçiyor.
12 . yüzyılın son çeyreğinde İslam Dini, Doğu Türkistan’dan Volga’ya uzanan koskocaman arazi parçasında hükümran olmakla kalmıyor, İslam Dünyası’nın en çok itibar gören merkezi haline geliyor.
Bu devasa bölgenin halklarında ırk, dil veya siyasi görüş farklılığından kaynaklanan bir bölünme de yoktur. Türkistanlı İbni Sina, Kahire veya Medine’ye giderken, Granadalı Abu Hamid el-Gırnati Volga kıyılarında bulunurken, kendilerini gurbette değil evlerinde hissediyorlardı.
13. asrın başında Orta Asya’nın Müslüman Halkları felaketin en büyüğüne uğradılar: Moğol istilasına. Ülkede taş üstünde taş kalmadığı gibi, ilk gelen Moğollar arasında fazlasıyla Hıristiyan bulunduğundan istila, İslam’a karşı düzenlenen bir Haçlı Seferi görünümüne büründü. İslamiyet’i ancak köylü kesimi içinde dini yayan tasavvuf ehli kurtarabildi.
14. yüzyılın başında Altınordu ve Çağatay Hanlığı’nın Moğol hükümdarları da İslamiyet’i kabul ettiler. Bundan sonraki devirde, 16. yüzyılın ortalarındaki ekonomik gerileyişe kadar Orta Asya, Kafkaslar ve İdil boyunda İslam kültürünün büyük şahlanışına şahit olundu. Ne var ki, İpek ve Baharat yollarının eski önemini kaybetmesi, bu bölgelerin zaman içinde güçsüzleşmesine sebep oldu.
Rusların o zamana kadar birlik ve beraberlik içinde olan Müslüman halkların içine sızması, işte bu döneme rastlar. Ruslar bu dönemden itibaren, 19. yüzyılda Pamir dağlarındaki Hindistan sınırına varıncaya kadar yayılmalarını devam ettir diler.
Genel görünüm açısından Müslümanların gerileme içinde olduğu 17-19. yüzyıllarda İslamiyet’i yeniden canlandıracak birtakım girişimler de oldu. Bunda örneğin Kazan Tatarlarının rolü büyük oldu. İlginçtir, Tatarlar özellikle Kazan’da daha o dönemde İslamiyet’i teknik sahadaki buluşlarla bağdaştıracak, gelişen dünyada Müslümanlığı yaşatacak reformlara başvurdular.
Bu ve benzeri çabalar sonucunda Rusya’daki Müslümanların kültür seviyeleri, 1905 yılına doğru o güne kadar görülmemiş bir duruma ulaşmıştı. Kazan, Ufa, Orenburg, Troytsk, Bahçesaray ve Bakü şehirleri, Şam, Beyrut, Kahire ve İstanbul ile rekabet edebilecek kültür merkezleri olmuşlardı. Bu yenilenme umudu ve halkların Ruslara karşı özgürlük mücadalelerinin temel motivasyon kaynağı, İslamiyet’ti.
İhtilal öncesindeki Rusya ve Müslümanlar arasındaki ilişki değerlendirildiğinde, Müslümanlarda müstemleke olmuş halklarda görülen aşağılık kompleksi asla yoktur ve olmadı. Çünkü geçmiş tecrübe, Müslüman Halkların, daha Ruslar barbarlıkla boğuşurken, bu büyük coğrafyada Altınordu ve Timuroğulları İmparatorluğu gibi büyük imparatorluklar kurmasıdır. Yani, bu coğrafyadaki Müslümanlar imparatorluk kurma geleneğine sahipken, Ruslar onların tebalarıydı.
Dolayısıyla ne Tatarlar, ne Kafkasyalılar, ne de Orta Asyalı Müslümanlar Ruslardan iyilik gördüklerine, sayelerinde kültürün maddi ve manevi değerlerine kavuştuklarına ve barbarlıktan onların yardımıyla kurtulduklarına inanmazlar. Medeniyet ve devlet organizasyonu açısından Rusların borçlusu olmadıklarını da bilirler. Ruslardan aldıkları iki şeydir: bölünmek ve en iğrenç şekliyle tanrıtanımazlık.
1917 yılında Bolşevik devrimi olduktan sonra, ilk on yıl boyunca Ruslar Müslümanlara yönelik ciddi bir saldırıda bulunmadılar. Hatta bu dönemde, Rus Komünist Bolşevik Partisi’ne kayıt yaptıran Müslümanlar, bağımsızlık ve muhtariyet yolunda komünizmin kendilerine bir imkân sağlayacağına inanıyorlardı. Bu niyetleri sezen Stalin, bu insanların hepsini 1928-1935 yılları arasında vuku bulan etnik temizlik hareketlerinde katletti. İhtilalden sonra Rusların Müslüman Halklar üzerindeki temel siyaseti, onların İslam dünyasının geri kalanıyla olan irtibatını kesmek, kendi aralarındaki bütünlüğü parçalamak, dinlerinden soğutmak ve asimilasyona uğratmak, yani Ruslaştırmaktı.
Tecrit politikasının bir parçası olarak 1920’den başlayarak Hac büyük ölçüde yasaklandı, yılda sadece 30-40 kişiye izin verildi, onlar da resmi kişilerdi.
Belli başkentlerde dört ayrı dinî kurul ihdas edildi. Bu kurullardaki din adamları Rusların propagandasının parçasıydılar. Dışarıdan gelen Müslümanlara, Rus Müslümanlarının durumunun çok iyi olduğunu anlatmakla görevliydiler. Bir diğer görevleri ise, içerideki Müslüman halklara Sovyet propagandası yapmaktı.
Kültürel değişim için Türkiye’dekine benzer şekilde dil devrimi yapıldı. 1928 yılına kadar Arap alfabesi kullanılırken, 1929 yılından başlayarak latin alfabesi kullandırılmaya başlandı. Türkiye’de benzer bir devrimin yapılması, Müslümanlar arasındaki direnişi zaafa uğrattı. Ruslar yerel halkların kültürleri içinden kendileri için uygun olan kitapları ve ayrıca İslam karşıtı kitapları bolca bastırdılar. 1939 yılında ise bu defa Kiril (Rus) alfabesi kullanılmaya başlandı.
Rusların bir diğer amacı da, Müslüman Birliğini parçalamaktı. O zamana dek, Müslüman terimi kalabalık ve değişik milletler fertlerinin ortak adıydı. Tatar, Türkistanlı, Buharalı, Kırgız gibi ifadeler ferdin milliyetini anlatmak için değil, kişinin hangi coğrafi bölgeye bağlı olduğunu göstermek için kullanılırdı. 1924 yılında Ruslar Orta Asya’yı altı milli devlete böldü: Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Karakalpakistan. Ruslar uydurma dillerle konuşturmak istedikleri uydurma milletler ortaya çıkardılar; Müslüman Cemaati parçalara ayırarak Müslüman sorununu da ortadan kaldırmak istediler.
1924 yılında şeriata dayalı mahkemeler lağvedildi. 1928’de din derslerini okutan mektep ve medreseler kapatıldı. Bu mekteplerin sayısı 1917’de 15.000 idi. Bu yıldan itibaren İslam’a karşı genel hücum başladı. 1941‘de ancak 1000 cami kalmıştı; 1912’de ise 45.000 imam ve din görevlisi 26.000 camide görevliydi.
Bu uygulamaya yoğun din aleyhtarı propaganda da eşlik etti. İmanı bütün olanlara ve ulemaya karşı ilk kovuşturmalar 1932’de başladı. Ulemanın ve dini imanı tam olanların binlercesi bu suretle vatan haini olarak idam edildiler.
…
St. Petersburg Camii. Yapıldığı 1913 yılında Avrupa’nın en büyük camisiydi. Minareleri 49 ve etkileyici kubbesi 39 metre olan cami, 1940’Ia 1956 arasında ibadete kapatılmış ve depo olarak kullanılmıştı.
Rusların bir diğer politikası soykırım politikasıydı. 1941 yılında Kırım Tatarları, Almanlarla işbirliği yaptıkları gibi saçma bir suçlamayla ağır şartlar altında Ruslar tarafından Kazakistan ve Sibirya’ya götürüldüler. Cumhuriyetleri 30 Kasım 1945 yılında lağvedildi. Daha sonra Kırım, Ukrayna’ya bağlandı. Kitle halinde vatana ihanetle suçlanan bir halk, akılalmaz bir gaddarlıkla böyle yok edildi.
Kafkasya’da daha pek çok Müslüman halk bu şekilde Sibirya’ya sürüldüyse de, sonradan bu zulümden kurtulanlar yeniden ülkelerine döndüler.
30 yıl boyunca çok şiddetle sürdürülen zulümler ve Rus propagandası, nihai anlamda hedefine ulaşamadı. Müslüman halklar yeniden kendi ana dillerine döndüler. Göç yoluyla halkları harmanlama ve dağıtma fikri de başarıya ulaşmadı. Ayrıca, propagandanın güçlü bir öğesi olan Sovyet milletleri arasında dirlik ve beraberlik de hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Bugün itibariyle Rusya’da Müslüman halklar, Sovyet hükûmetinin yıllardır yürüttüğü saldırılardan, açıktan açığa yapılan soykırımdan tutun da, dil ve kültür asimilasyonuna kadar, hepsinden galip çıkmışlardır. Ruhlarını ve milli karakterlerini Ruslardan daha iyi muhafaza etmesini bilmişlerdir. Birer birer bağımsızlığını kazanan bu ülkeler, günümüzde elbette önlerinde uzun bir yol olmakla birlikte, yeniden özgür bir biçimde kendi inançları ve kültürlerini yaşama ve geliştirme imkânına kavuştular.