Okula yine telaşlı ve sıkışık bir belediye otobüsü yolculuğunun ardından on dakika geç varmıştım. Yolculuk boyunca, kendime şu İstanbul trafiğinin geç kalmamda ne kadar payı olduğunu sorup durdum her zamanki gibi. Biraz kendime yüklensem de, teraziyi dengelemek için suçu trafiğe atmayı giderek daha iyi beceriyorum.
Okula vardığımda, rehberlik odasının yolunu tutarken, penceresi okul kapısına bakan müdürün odasına elbette en ufak bir bakış fırlatmadım. Ve eğer on dakika içinde müdür bey beni odasına çağırmazsa, tehlike geçmiş, gün “normal”e dönmüş demektir. Yoksa “Bugün niye geç kaldınız?” sualine dişe dokunur bir mazereti daha odaya varmadan bulmam gerekiyor.
Neyse ki bugün öyle bir şey yaşanmadı. Artık günlük rutin düzenime geçebilirim.
Derken, Mustafa Bey’in odaya teşrif etmesi bir oldu. Yanında ise daha önce hiç görmediğim bir kız çocuğu. O kadar masum bir yüzü var ki… Hemen dikkatimi çekti. Birinci sınıf öğretmeni Mustafa Bey ise kızın masumiyetiyle tam bir zıddiyet içinde asabî bir insan. Neredeyse “Nasılsınız?” diye sorsanız, “Heeyt!” diye cevap verecek. Yürü be Malkoçoğlu, kim tutar seni!
Söze Mustafa Bey başladı: “Hocam, iki ay oldu, bu çocuk konuşmuyor. Annesi evde konuştuğunu söylüyor, ama ben bir kez olsun konuştuğunu görmedim. Okumaya geçip geçmediğini bilmiyorum. O konuşmadıkça bunu nasıl anlayabilirim ki?” Bunları söylerken yazı haline getirilince gayet mantıklı görünebilir ama saçlarından “zııtt, zııttt!” diye elektrikler çıkıyor. Ve dip mesajda, “Bu çocuğun okuyamamasıyla veya konuşmamasıyla öğretmeni olarak benim en küçük bir ilgim yoktur. Tüm suç, bu çocuğun kendisinde ve ailesinde!” demek istiyor.
“Yaa!” diyorum, empatik bir ses tonuyla, “tabii haklısınız” demeyi de ihmal etmiyorum. Sert insanların suyuna gitmek lazım. Konuşuyorum ama bir yandan da içimde başka bir duygu filizleniyor, neredeyse konuşmamı bastırıyor. Duygularım arasından, karşımda duran suskun kız çocuğunun masum yüzüne karşı büyük bir şefkat beliriyor. Onu anlamak, ona yardımcı olmak, onun için bir şeyler yapmak için çok büyük bir istek doluyor kalbime. Bir de dedektiflik damarım tahrik oluyor tabi: “Bu kız neden konuşmuyor sahi?”
Ama bunu duruşuyla bile etrafa gerilim yayan Mustafa Bey varken, yapabilmem mümkün değil. Çocuğu doğru dürüst değerlendirebilmem için Mustafa Bey’in ortamı terk etmesi gerek.
“Anladım Mustafa Bey. İsterseniz, siz sınıfınıza çıkın, dersinizi aksatmayın. Biz biraz konuşalım bu güzel kızımızla.”
“Olur hocam. Annesi de kapının önünde. Onunla da konuşun.”
İçimden “Emrin olur!” diye sitem ederken, dışımdan “Peki, Mustafa Bey.” sözleri yayılıyor havaya.
Ve şimdi suskun kız çocuğuyla baş başayım. Önce bir süre sessiz bekliyorum. İstiyorum ki, kendisini rahat hissetsin. Ortamı tanısın biraz; ve bana güvensin. Sonra, kendi adını, annesinin adını sorarak bir iki deneme yapıyorum. Ama yok, konuşmuyor. Besbelli konuşabiliyor olsa bile, güçlü bir direnç mekanizması devrede.
Bu gibi durumlarda zaten olması gerektiği gibi, karşımda duran kişinin kendisini “olduğu gibi kabul etmeye” çok özen gösteriyorum. Çünkü onu bir şeye zorladığımı hissederse, ona hiçbir şey yaptıramayacağımı o da biliyor, ben de. Hakikaten, insan söz konusu olduğunda şartları zorlamanın daima ters tepeceğine dair güçlü bir kanaati, bütün hayat tecrübem bas bas bağırıyor. Ayrıca karşımda duran vak’a, biraz zorlamayla çözülebilecek olsa, bana ne gerek var, Mustafa Bey çoktan bu işi halletmiş olurdu zaten.
Michelangelo’nun Musa resmine bakıp “Hadi konuş!” diye bağırdığı gibi bu sorunu çözmek mümkün olmayacağına göre, işe annesiyle görüşmekle devam etsem iyi olacak. Bakalım, nasıl bir ebeveyn profili ortaya çıkacak?
Anne çok mülayim… Evet konuşabiliyor ama dikkat çekecek derecede uysal bir karakter sergiliyor. Neredeyse verdiği cevapları duyamayacağım. Ev hanımı olan annenin bu hâli ile çocuğun suskunluğu arasında bir irtibat olabilir mi?
Elbette olabilir. En azından, annenin konuşmaya olan isteksizliği çocuğunun konuşmamasında muhakkak belli bir rol oynamış olmalı. Ama yine de, temkinli olmak lazım. Müflis satıcılar gibi bir psikolojik danışman olarak tüm sermayeyi bu ihtimale yatırmak yanıltıcı olabilir.
Acaba baba nasıl bir insan? Galiba baba hakkında bilgi sahibi olmadan resmi tamamlamak mümkün olmayacak.
“Kocanız ne iş yapıyor?”
“Bir fabrikada gece vardiyasında çalışıyor.”
“Demek gece vardiyasında…”
Böyle bir cevap karşısında zihnim hemen cevabı yapıştırır: “Desenize baba iptal!”
Tabi bu cevabı karşı tarafa söylemiyorum. Ama aklımda gece çalışmanın ne kadar insana aykırı bir çalışma biçimi olduğuna dair kısa süreli çalışma tecrübem, alarm verici bir tonla hafıza kayıtlarım arasında haykırıyor. Ayrıca geçenlerde gördüğüm bir gazete kupüründe gece vardiyasının kanserojen listesine girdiği yazıyordu. Yani sadece psikolojik değil, somatik rahatsızlıklara da yol açıyor.
Bir kere, doğru dürüst gün ışığı göremezsiniz. Sabah iş biter uyumak istersiniz, ama gün ışığı uyumanıza engel olmak için elinden gelen her şeyi yapar. Ve siz adam gibi dinlenemeden iki üç saatlik uykuyla bir sonraki mesaiye yollanırsınız. İçinizde gün boyu “Eller gider Mersin’e, ben giderim tersine” türünden bir his dolanıp durur. Çöküntü duygusu sürekli pusudadır. Fena halde asabileşirsiniz. Sersemleştikçe asabileşir, asabileştikçe sersemleşirsiniz.
Karşımdaki örneğin de böyle olup olmadığını anlamak için anneye soruyorum: “Eşiniz eve geldiğinde çocuğunuzla ilişkileri nasıl? Görüşüyorlar mı? Baba olarak eşiniz çocukla ilgileniyor mu?”
Bu soruyu iki amaçla soruyorum. İlki, babanın işten dolayı sinirlilik düzeyini anlamak. İkincisi, çocuğun konuşamamasında baba yokluğu demeyelim de ihmalkârlığının derecesini ölçmek. Malûm, bir çocuğun konuşması kendine güven duygusuyla yakından ilişkilidir. Bunu ise anneden çok, baba verebilir çocuğuna, özellikle ilerleyen yıllar içinde.
Daha doğrusu şöyle diyelim: Bir çocuğun aile ile toplum arasındaki güven köprüsü baba üzerinden geçer. Eğer baba bu köprü rolünü oynamıyorsa, anne ve çocuk kendi içlerine büzüşme eğilimi gösterirler. Ailenin sosyalleşme düzeyi düşer. Böyle bir ailede çocuk evde konuşuyor olsa bile sosyal ortamlarda, mesela okulda konuşmayabilir. Bakalım anne soruya ne cevap verecek?
“Pek fazla karşılaşmıyorlar. Baba eve geldiğinde geçip odasına uyumaya çalışır genellikle. Kızım da yan odada olur. Bazen sesi çok çıktığında babası ona bağırır sessiz ol diye.”
Annenin bu yanıtı üzerine az önceki sözümü geri alıyorum. Hayır, baba “iptal” değil, “aktif” ama sıfırın altında, yani eksi!
Karşımda oturan kız çocuğunun niye suskun olduğunun önündeki sis perdesi yavaş yavaş aralanmaya başladı işte. Ortada şöyle bir manzara görünüyor: Baba gece boyu çalışıyor, eve geliyor, geçip odasına uyumaya çalışıyor. Çocuk ise babasının yüzünü dahi göremeden güne uyanıyor. Kim bilir kafasında nasıl bir baba imajı canlanıyor?
Bir düşünsenize: Herkes uyanırken o uyumaya çalışan, odasında rahatsız edilmemesi gereken bir tür zombi!
Böyle bir baba profiliyle kendine güven geliştirmek ne mümkün. Kız çocuğundan yana içimde büyüyen kederle anneye soruyorum: “Peki, eşinizin çocuğunuza kızmamasının yolu yok mu? Zaten doğru dürüst ilgilenemiyor, bari bağırmasa. Siz bu konuda bir tedbir düşünemez misiniz? Ne bileyim, evinizin, kocanızın uyuduğu odanın en uzak odasına geçseniz çocuğunuzla birlikte ve böylece sesiniz daha az gitse, o da kızmasa…”
Annenin cevabı, İngilizce ‘fatal’ denilen, yani öldürücü cinsten bir cevap oluyor: “Salon var ama kirlenmesin diye ben orasını kilitliyorum!”
“Ne!! Kilitliyor musunuz?” Kendimi Mustafa Bey’e dönüşmüş gibi hissediyorum. Beynimde şimşekler çakıyor. Bu nasıl olabilir? Bir salonun temiz kalması, bir çocuğun nazik ruhundan, gelişmesinden, mutluluğundan, en temel yeteneği olan konuşmayı öğrenmesinden nasıl daha önemli olabilir? Bir anne bu duruma nasıl kör kalabilir? Zulüm deyince herkes kan akıtmak sanıyor. Alın size buz gibi bir zulüm örneği… bundan büyük zulüm mü olur Allah aşkına?
Bu tür zulümlere çocuklar maruz kalıyor hep. Çünkü onlar kendi haklarını savunamayacak kadar zayıflar. Hatta kendilerinin hakları olduğundan bile habersizler. Biraz sesleri çıksa, “yaramaz çocuk” sıfatı hazır onları sindirmeye, onların gerçek gelişim ihtiyaçlarına körleşmeye.
Anneye hemen durumu lisan-ı münasiple izah etmeye çalışıyorum ve salonu derhal kullanıma açması gerektiğini; işten gelen kocasının sessiz bir odaya, çocuğunun ise tam aksine rahat hareket edebileceği bir odaya ihtiyacı olduğunu, dolayısıyla yan yana odalarda bulunmalarının yanlış olduğunu elimde olmayarak biraz sertçe söylüyorum. Tabii, babanın çocuğunu sevip okşaması gerektiğini de…
Evdeki ortamın karşımda masumca duran suskun kız çocuğunun halini önemli ölçüde açıkladığını görmek için uzman olmaya gerek yok. Ama sanki hikayenin tamamı bundan ibaret değil gibi. Sezgilerim bu yönde. Kafamda bazı sorular belirmeye başlıyor. Mesela okul niçin bu kız öğrencinin suskunluğuna ilaç olamamış? Tamam ailede bazı sıkıntılar var. Ama okulda bu sorunlar aşılamaz mıydı? Okulun böyle iyileştirici bir misyonu olması gerekmiyor mu?
Bu düşüncelerle zihnim okulu tararken, bir kişinin yanına doğru yaklaştıkça beynimde bir bölge, alarm düzeyini “daaat! daaat” diye en yüksek seviyeye çıkarıyor. Tabii ya, neden daha önce düşünemedim. Mustafa Bey bu çocuğa uygun değil ki!
Hayır, Mustafa Bey’in nasıl bir öğretmen olduğundan bahsetmiyorum. Mustafa Bey iyi bir öğretmen de olabilir. Ama kişilik yapısı bu kız çocuğuna göre değil, hatta ilköğretime uygun değil.
Bu kıza evde yaşadığı yalıtılmışlık ve üstüne bir de azarlamadan kaynaklanan korkuya karşılık, okulda şefkat gösterilmesi gerekiyor. Bunu Mustafa Bey yapmak istese de metabolizması buna müsait değil. Sinir hücreleri çok fazla mesai yapıyor çünkü. Bu kızcağıza ana kucağı gibi bir öğretmen lazım. Eğer kayıt sırasında bu ihtiyaç görülebilmiş olsaydı, belki de bu kız çocuğu şu anda konuşuyor olurdu! Kim bilir?
Fakat maalesef okullarımızın bakış açısı böylesi ihtiyaçlara duyarlı değil. Kayıta gelen öğrencinin mahallesi tutuyor mu, yaşı tutuyor mu? Hepsi bu. Ötesi, okulun ilgi alanının dışında kalıyor.
Oysa Milli Eğitim Bakanlığı ilkokul öğretmenlerini seçerken bile, adayların kişilik olarak bu işe uygun olup olmadıklarını denetlemesi gerekir. Sadece daha iyi boşluk doldurdukları için kendilerini yirmi otuz çocuğun önünde buluveren bir öğretmen, sinirlerine hakim olamadıktan sonra çocuklara nasıl faydalı olabilir? Bu çocukların en büyük ihtiyacı şefkat değil mi?
Tabi, bir de bu kız öğrencide görüldüğü üzere, çocuğun bireysel ihtiyaçlarına göre eğitim sisteminin kendisini biçimlendirmesi konusu var. O da ayrı bir yazının konusu.
Müdür Beyle görüştükten sonra gecikmiş bir hatayı düzelmek adına suskun kız çocuğunu bir bayan öğretmenin sınıfına verdik ve çocuğu iki sert erkeğin tasallutundan kurtarmış olduk. Tahmin edeceğiniz üzere, kısa sürede olumlu sonuçlar almaya başladık.
Acaba ülkemizdeki okullarda buna benzer daha kaç olay yaşanıyor? Dahası, bunların ne kadarı çözümsüz, kendi haline bırakılmış halde?
Bu gözle bakınca, eğitimde yapılacak şeylerin sonu olmadığı ve düzeltilmesi gereken pek çok konu olduğu anlaşılıyor. Öncelikle de, çocukların gelişim ve psikolojik ihtiyaçları noktasında!