TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir Öğrencinin İntihar Mektubu / Rehberlik Terapileri

Daha hayatının başında bir insan, nasıl ve neden intiharı düşünür? Yaşadığı hangi olaylar, hangi duygular, hangi düşünceler onu hayattan bezdirir? Gelin geçenlerde elime ulaşan şu intihar mektubuna birlikte göz atalım:

 

   SEVGİLİ ANNECİĞİM VE BABACIĞIM;

Daha doğrusu anneciğim, hayatta seni hep incittim. Hiçbir zaman seni mutlu edemedim. Yine edemeyeceğim. Türkçe’den düşük not aldım. Ben sana söylemedim üzülürsün diye.

Ben seni hiç üzmek istemedim. Ben dünyanın en kötü çocuğuyum. Çünkü sen hiçbir zaman hiçbir şekilde mutlu olmadın. Bunun için çok üzgünüm. Anneciğim sen benim gibi bir çocuğu hak etmiyorsun. Hem ben artık hayatta kalmak da istemiyorum. Ben dünyanın en aptal çocuğuyum. Babamın paraları da boşa gidiyor. Çünkü ben hiçbir şey yapamıyorum.

Ayrıca benden hiçbir şey olmaz. Ne tiyatrocu ne de İngilizce öğretmeni. Okuldaki öğretmenlerim bile beni sevmiyor. Dershane öğretmenlerimin de benden şikayetçi olduklarını biliyorum. Beni zaten bu hayat istemiyor, ben de istemiyorum.

Yani, anlayacağın, “Beni her iki taraf da istemiyor.” Ben de o abi gibi yapacağım. Günah olduğunu bile bile yapıcam. Ölüp bu hayattan ayrılmak istiyorum. Keşke doğmasaydım, size hiçbir faydam yok.”

Eminim siz de farketmişsinizdir, mektupta bahsedilen “ders başarısızlığı” normal şartlarda hiç de intiharı düşündürtecek önemde ve değerde bir konu değil esasında. Türkçe’den veya herhangi bir dersten zayıf not almak ile intihar fikri arasında o kadar uzun bir yol var ki. Ama yine mektupta görüleceği üzere, bu yol öğrencinin gönlünde döşenmiş ve seçenekler arasına intihar da alınıvermiş.

Hiç kuşkusuz bu yolun döşenmesinde çevreden öğrenciye empoze edilen yoğun “değersizlik” duygularının çok büyük bir ağırlığı var. Gencecik bir insanın hayatının varlığı, öğrenci olmaya ve derslerden yüksek notlar almaya endekslendiğinde, bunların gerçekleşmemesi durumu otomatik olarak yokluğu “daha doğru bir seçenek” olarak gösteriyor.

Biz büyükler farkında olalım ya da olmayalım, çocuklarımız sınavlarda aldıkları notu kendi kişiliklerinin değeri olarak görüyorlar. Örneğin, 5 notunu alan bir öğrenci, sınıfta büyüyor sanki uzayda daha fazla yer işgal etmeye başlıyor. Buna karşılık, 1 notunu alan öğrenci, küçülüyor, işlevini yerine getirmeyen bir makine gibi önemsizleşiyor, hem de kendi gözünde.

Tehlikeli olan seyir, eğitimi som başarıya, başarıyı da derslerde yüksek not alıp çok para kazandıran bir meslek sahibi olmaya endeksleyen bakışın neredeyse genel kabul görmüş bir hüküm halini alması. Çocuklarımızın okul başarısına mahkum edildiği bu fakir ve zorlayıcı anlayış, sadece okul tarafından değil, aileler tarafından da çok yoğun olarak işleniyor.

Kendisi çalıştığı alanda gayet sıradan olan bir baba, sıra çocuğuna gelince, karnedeki notların neden hepsinin 5 olmadığı sorgusunu yapabiliyor çok rahatlıkla. İlkokulu zar zor bitirmiş olan anne, zayıf not alan çocuğunun karşısında, kendisinin annelik görevini yerine getirdiği ama çocuğunun öğrencilik, daha kötüsü “evlatlık görevini” yerine getiremediğinden dem vurabiliyor. Bunları kafadan atmıyorum. Şahit olduğum için söylüyorum.

Çağımızda “iyi evlat” kıstasları, son derece ölçülebilir ve ileride paraya tahvil edilebilir standartlara kavuştu. Artık evlat olarak annenizin babanızın sözünü dinlemeniz, kardeşinize iyi davranmanız, düzenli ve tertipli olmanız, eğer ders notlarınız yüksek değilse, o kadar da bir anlam ifade etmiyor. Galiba, evlat olmak, hiçbir dönemde bu kadar zor olmamıştı.

Ve yine galiba, öğretmenlerin velilere ne zaman görseler söyledikleri “Çocuğunuzun dersleriyle ilgilenin” uyarısı da ciddi biçimde yanlış anlaşıldı.

Ebeveynler ama özellikle anneler bu işi öyle bir noktaya taşıdılar ki, hayatlarındaki bütün üzüntüleri, sevinçleri, gururları, eziklikleri çocuklarının sınavlarda aldığı notlara endekslendi. Çocukları yüksek not alınca mutlu oluyor, düşük not alınca üzülüyorlar.

E, çocuk bunu farketmiyor mu? Fark ediyor elbet. O zaman da, mektupta dendiği gibi “Anne ben seni hiçbir zaman mutlu edemedim.” cümlesi dökülüveriyor dudaklarından.

Hayır hayır, “derslerle ilgilenmek” demek bu değil! Çocuğunuzu gayrete getireceğim diye girdiğiniz bu yol, onun ruhunda onulmaz yaralar açmaktan başka bir işe yaramıyor. Görmüyor musunuz?

Veli görüşmelerinde özellikle vurguladığım bir konudur bu. Her zaman söylerim. “Bir çocuğun annesinden babasından beklediği şey, onların güçlü olmasıdır. Onlar ne kadar güçlü dururlarsa, kendisini o kadar güvende hisseder çocuk. Bu yüzden, üzüntülerinizi (hele üzüntülü biriyseniz) çok fazla çocuklarınızın yanında belli etmemeye çalışın. Daha kötüsü, üzüntülerinize o körpecik ruhları ortak etmeye çalışmayın. O sizin dert ortağınız değil. Kendinize lütfen yetişkin bir dert ortağı bulun.”

Eğitim camiası ve anne babalar olarak, çocuklarımızın derslerden bağımsız olarak değerli olduklarını onlara hissettirmek zorundayız. Sınıfta disiplin kuracağım diye “Sizden adam olmaz” “Bu gidişle kaldırım mühendisliğini kazanırsın” ajitasyonları, evde “Maaşımın yarısını dershaneye yatırıyorum, ama boşa...” diye güya uyarı amaçlı ezici ve silici yaklaşımlar, çocuklarımızda yoğun değersizlik hislerine yol açıyor. Bunu görelim.

Onlara, senin, benim, onun verdiği değerden değil, Rabbimizin ona verdiği değerden bahsedelim.

“Bak, Allah seni yaratmış. Sen yoktun. Ama o seni yarattı. Başka birisini de yaratabilirdi. Ama seni yarattı. Demek ki sana değer veriyor. Sana değer vermese yaratmazdı.

Herkes gibi senin için de güneşi sabah gönderiyor başımızın üstüne. Çiçekleri senin için de açtırıyor. İneklere senin için de süt yaptırıyor. Arılara da bal...

Ve sen bizim için de değerlisin. Çünkü bizim çocuğumuzsun. Bizi bilerek üzmezsin. Söylediklerimizi elinden geldiğince yerine getirirsin. İnan, sen bizim için de çok değerlisin.”

Neden bunları çocuğumuza ifade etmiyoruz? Çocuklarımızın bunları duymaya o kadar ihtiyacı var ki!