TR EN

Dil Seçin

Ara

Berekette Saklı Sırlar

Bereket kelimesini eskiden gündelik yaşamda çok daha sık duyardık. İstanbul’u sokak sokak dolaşan seyyar satıcılar, şıracılar, sucular, yoğurtçular, alışverişlerinde “bereket versin” demeyi ihmal etmezlerdi. Alanlar da “bereketini gör” demeyi. Böylece el değiştiren ve elde kalan para için de, mal için de karşılıklı bereket duası yapılmış olurdu.

Annelerimiz de, yaptıkları yemeğin bereketli olması için abdestli olmaya ve besmeleye özen göstermenin yanı sıra, tek kişilik sofra açmaya yanaşmaz ve “öyle beti bereketi olmaz, arkanızı bekleyin” diye uyarırlardı. Ve bugünkü gibi herkese müstakil kaplar yerine, ya hepsi ya bir kısmı ortak kaplar yer alırdı sofrada.

Bereketli olmayan para, bereketli olmayan mahsül, bereketli olmayan zaman, hasılı bereketli olmayan şeylerin tümü değersiz addedilirdi. Eğer bir parada ya da malda bereket olmadığı kanaati oluşmuşsa, ondan uzak durulurdu. Çünkü kendisinde hayır olmayan o şey, isterse bir yalı olsun, sonuçta kişiye bir fayda vermeyeceği, tam aksine musibet getireceği inancı hâkimdi.

Ve bu yüzden, paranın helal yoldan kazanılması çok önemliydi. Mahalleliden birisi eğer haram yollardan para kazanmış ve öylece zengin olmuşsa, ahali o kişinin başına ve ondan dolayı kendilerine üç vakte kadar bir felaket geleceğinden endişe ederdi.

Fakat ne olduysa, bereket kavramı eskisi kadar kullanılmaz, dillerde dolaşmaz oldu. Maddenin niceliği yahut miktarı, temel ölçüt olarak görülmeye başladı. Rene Guenon’nun kitabının ismi gibi, “Niceliğin Egemenliği” her şeye damgasını vurdu. Bereketin sözü edilmedikçe bereket ortadan kalktı; bereket ortadan kalktıkça bereketin sözü edilmez oldu.

Peki, neydi bu bereket? Materyalist bakışın anlamsızlaştırdığı bereket kavramı, hakikaten anlamsız bir şey miydi? Altı boş muydu? Bir avuntu muydu?

Bu sorulara tatminkâr cevaplar verebilmek için çok temel bazı olaylara bakalım önce.

Örneğin, arzda cereyan eden olaylar. Mesela yağmur. Göklerden inen yağmur damlaları, bizi okşarcasına akar gider ve ölüm yerine hayat, felaket yerine bereket getirir. Suyun kimyasal formülü H2O’dur. Tek başına bunun bir anlamı yoktur, ama yağmur yağdığı vakit, kuru toprak canlanmaya, meralar yeşillenmeye, başaklar boy vermeye, ağaçlar meyveye durmaya başlar.

Bir ifadeye göre bitki ve ağaçlardaki bereket katsayısı, bire yetmiş, bire yedi yüz, bire yedi bindir. Yani tek bir ağaçtan veya bir üzüm asmasından yüzlerce binlerce meyve hasıl olmaktadır. İşte bu, berekettir. Bereketin somutlaşmış resmidir. Sırf niceliksel açıdan bakılsa bile, bereketin böyle bolluk anlamına gelen çok temel bir boyutu vardır.

Bir anlığına, tek bir ağaçtan, mesela incir ağacından tek bir incirin yetiştiğini veya bir elma ağacında sadece bir tane elmanın yetiştiğini düşünsenize!

Eğer yaratılış o şekilde olsaydı, hiçbirimizin tahayyülünde bereket ve bolluk kavramı şekillenmeyeceği gibi, verimlilik gibi kavramlar da bugünkü gibi kullanılır olmayacaktı. Çünkü tabiatta bu kavramları zihnimize çağrıştıran bir karşılık bulunmayacaktı.

Daha kötüsü, Allah’ın zengin ve hazinelerinin bol olduğuna dair bir emare, bir delil göremeyecektik şu yeryüzünde.

Öte yandan, ne kadar ilginçtir ki, tek bir elma ağacı bile günümüz bereketsizliğine kapı açan felsefe ekollerinin eski kadim öncülerinin “Birden bir sudûr eder” sözünü yalanlamaktadır! Koca arz yüzünde tek bir gövde üzerinden türeyen binlerce meyve adedince, bu saçma ve bereketsiz söz yalanlanmış olmaktadır.

Bereketin buraya kadar anlattığımız kısmı, Cenab-ı Hakk’ın “Rahman” ismi icabı yarattığı tüm varlıklara sunduğu ihsanı ve lütfudur. İnansın ya da inkâr etsin tüm insanların ve diğer mahlûkâtın rızıkları ilahî taahhüt altında olduğu için, bereket bir bakıma asgarî düzeyde yeryüzünü kuşatmıştır.

Bununla birlikte, bereketin bir de özel tezahürleri ve yansımaları vardır. Ki bu yansımaları en belirgin biçimde biz peygamberlerde ve özellikle de Peygamberimizde görüyoruz.

Nitekim, Sevgili Peygamberimiz henüz bebek iken, kendisine süt annelik yapan Halime ve eşi Haris’in evine götürüldüğünde, bir parça ekmeği bile bulamayan ailede bolluk ve bereket deyiş yerindeyse füyüzan etmiştir.

Halime’nin iki bebek emzirdiği halde sütünde eksilme olmadığı gibi, açlıktan sütü kesilen deve de yeniden süt vermeye durmuştur.

Ayrıca ailenin hayvanları yeni yavrular doğurmuş ve sürülerinin sayısı kısa zamanda artmıştır. Hatta kabilenin diğer sürüleri aynı yerde otladığı halde onlar yine aç, yine zayıf ve çelimsizdiler.

Bu durum sürü sahiplerince de fark edilince, çobanlarına kızmış ve “Haris’in çobanı sürüyü nerede otlatıyorsa, siz de orada otlatsanıza!” diye çıkışmışlardır. Çobanlar ise çaresizce “Biz de aynı yerde otlatıyoruz, ama onunkiler öyle bizimkiler böyle, ne yapalım?” demekten başka bir yol bulamamışlardır.

İşte bu nebevî misal, bereketle ilgili hemen her şeyi anlatıyor. En başta, “bereketin kaynağı Allah’tır” gerçeğini en tiz tonda haykırıyor.

Demek ki, bereket tohumla, devenin cinsiyle, toprağın türüyle, iklimle, mevsimle ilgili bir şey değildir. Doğrudan doğruya, Allah’ın verip vermemesine bağlıdır. Allah vermek istedikten sonra, çorak toprağı yağmurla bereketlendirir; çelimsiz hayvanın memelerini sütle doldurur. Bire bin bereket verir, hem de aynı şartların içinden! Böylece yan yana otlayan iki hayvandan birini daha bereketli kılabilir Allah.

Buradan çıkaracağımız ders, Rahmetin hazinelerinin anahtarları O’ndadır. Öyleyse bereketi O’ndan istemek lazımdır. Sebepler ne kadar ihtişamlı dururlarsa dursunlar, hakikaten, sadece sebep ve vasıtadırlar.

Doğal olarak buradan, şöyle bir noktaya varıyoruz: Madem bereketin anahtarları, rahmetin hazineleri O’nun yanındadır; o zaman ne yapalım da bereket bize dönsün, yaptığımız işlerde ve bize verilenlerde bereket olsun?

Soruya geçmeden önce, bereketle ilgili şu ince nükteyi de görmemiz iyi olur. Miktarı ve şartları aynı olduğu halde, bereket nedeniyle malların ve genel olarak eşyanın niteliğinin ve kalitesinin farklı hâle gelmesi, Cenab-ı Hakk’ın kâinatı ve tabiatın işleyişini kendisinin çok az karışabileceği bir düzen şeklinde yaratmadığını gösteren en güçlü delillerden birisidir. Tam aksine, Kadir olan Allah, rahmeti gerektirirse, bir malın, bir paranın veya bir meyvenin “doyurma ve tatmin düzeyi”ni kat be kat arttırabilir veya azaltabilir.

Daha başka şeylerde de böyledir: Mesela Hz. İbrahim’de olduğu gibi, ateşin “yakıcılık düzeyi” bir anda sıfıra inebilir. Veya Sevgili Peygamberimiz’de olduğu gibi, bir kişilik süt, bir orduya yetecek kadar “doyurma kapasitesi”ne ulaşabilir.

Pek çoklarına “Hadi canım!” dedirtecek bu misallerde saklı olan sır şu ki, rahmetin ve bereketin hazinelerinin Rahman ve Rahim olan Allah’ın yanında olduğuna tam ihlâsla iman edilirse, bir tasın içindeki süt, aynen suyun yerden kaynaması gibi tasın içinden kaynar da, herkes içtikten sonra yine de eksilmez.

Ama ne zaman ki insanlar nefislerinin “gelecek endişesi”ne düşmesiyle elindekini tartmaya başlar, sayının çokluğuna güvenerek emniyet duygusunu buna dayandırmak ister; işte o vakit, yanlış şeye güvenmenin “cezası” olarak o elindeki eksilmeye başlar. Çünkü rahmeti ve bereketi, kendi eliyle ve niyetiyle “görünen miktarla” sınırlandırmış olur.

Nitekim, Sevgili Peygamberimiz’in sahabeden bazı kimselere çuval içinde verdiği bereketli bir ürün, uzun süre yettikten sonra sahiplerinin tartmaya başlamasıyla eksilmeye durur ve bir süre sonra da biter. Haberi Peygamberimiz’e iletildiğinde, cevabı “Eğer tartmasaydınız, Kıyamete kadar devam edecekti” olur.

Bu misalleri okuyan nefis, “Hep geçmişten örnekler, peki bugün buna örnek yok mu?” diye soruyor. Gerçi zamanın fitne fesatlığı bu örnekleri insan elinden bir derece almış, ama yine de mesela Nil Nehri gibi bir dağın içinden çıkıp yüzyıllardır akması kesilmeyen bereketli nehirler, görebilene son derece manidâr bir örnek teşkil etmektedir. En azından şimdilik, insanlar bu bereketli nehirlerin suyunu ve kaynağını ölçme hatasına düşmediklerinden, bereket füyüzan etmeye devam etmektedir.

Öte yandan, kendi nefsimize de sorsak, bazen çok gayret ettiğimiz halde bir günümüz çok kısır ve verimsiz geçtiği halde, başka bir günümüz o kadar sıkıntıya düşmememize rağmen çok daha verimli ve bereketli olabilmektedir. Bazen zaman, ne yaptığımızı anlamadan ve ortaya hiçbir ürün koyamadan geçip giderken, başka bir zaman, sanki biz ortaya güzel bir ürün çıkaralım diye bize refakât etmektedir.

İşte farklı misallerini verdiğimiz bu bereket hakikati, bir yandan insanlara Yaradanına emniyet ve bağlılık duygusu meydana getirirken, bir yönüyle de şu mesajı veriyor: Allah’ın Rahman ve Rahim isminden çıkıp göklerin ve yerlerin bereket kapılarından inen rahmete müracaat edilmezse, hayır ve refah dünyanın maddî şartları içinde aranırsa, insanın elinin altında biriktirdiği malı mülkü son tahlilde ona hayırlı da olmaz, bereketli de.

Daha açık bir ifadeyle, niyetimizle, ihlâsımızla, imanımızla, duamızla bereketi üstüne celb edemediğimiz her şeyimiz; malımız, zamanımız, dostumuz, arkadaşımız… onlar vasıtasıyla Rabbimizin bize musibet ve ceza isabet ettireceği aracılara dönüşebilir ki, bunda büyük bir tehdit anlamı olduğu açıktır. Bereketin anahtarları O’nun yanında olduğu gibi, darlık vermek ve kısmanın da O’nun kimi layık kullarına uygun gördüğü bir âdeti olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Tekrar soruya dönelim: “Ne yapalım da bereket bize dönsün, yaptığımız işlerde ve bize verilenlerde bereket olsun?”

Aslına bakarsanız, bu sorunun cevabı, pek çok ayet ve hadiste sanki yeryüzünde bir yerin koordinat noktaları verilir gibi verilmektedir. Şu hadise bakalım mesela: “Bereket yemeğin ortasına iner. Onun için kenarından yiyiniz, ortasından yemeyiniz.” (Tirmizi)

Hadiste, hem semavî bereketin yemeğin herhangi bir tarafına değil de ortasına inerek, adil biçimde indiği nazara veriliyor. Hem de, Allah’ın açgözlülük ve nefse düşkünlükle yemeğin ortasına kaşık sallayan kimseden hoşlanmadığı anlatılmak isteniyor.

Basit gibi gözükse de, bu hadisin edep ve terbiye çizgisi içinde olunduğunda, sofranın başında kaç kişi olursa olsun, birbirine eza vermeden barış içinde yemeklerini yiyebilirler. Ve tâ çocukluk yıllarında sofra başında bu dersi nefsine öğreten insan, büyüdüğünde, “pastadan en büyük payı” yahut “pastanın ortasındaki dilimi” almak için başkalarıyla savaşmayı da Allah’ın izniyle kendisine yakıştırmayacak bir ruh yüksekliğine erişir.

Bunun gibi, daha pek çok hadis ve ayet, bereketle ilgili yolları bize öğretmektedir. Ne mutlu bunları kendisine rehber edinerek şu dünya ömrünü bereketlendirip Rabbinin rızasını kazanabilenlere!