TR EN

Dil Seçin

Ara

Mayıs 2008

post-title

Mayıs 2008, 377

Kent Maneviyata Kördür

Her eser, sahibi hakkında bize bir şeyler söyler, onun özelliklerinden haber verir. Bu anlamda şehir de, kendisini kuran insanlar hakkında konuşur, deyiş yerindeyse, onları ifşa eder. Bu ikisi o kadar birbirinin aynasıdır ki, sanki anlam olup göğe yükselseler, tek bir vücutta buluşacakları hissine kapılınır. Kâinat ve insan arasında kullanılan büyük âlem-küçük âlem benzetmesi, şehir ve insan için de pekala gözetilebilir.

Ne var ki, çoktandır şehre “kent” adı veriliyor. Şehirden arta kalan şeylere mi kent deniyor orası meçhul; ama kentin çok daha başka bir şey olduğuna kuşku yok. Bir kere, şehirdeki sakinlerin yerini, bu yeni yerde “kitleler” aldı. Kitle, yani aralarında herhangi bir akrabalık bağı bulunmayan, birbirleriyle anlamlı herhangi bir bağ kuramayan kuru kalabalık! Bu kuru kalabalık, en fazla, stadyum çevresinde giydikleri aynı renkli elbiselerde bir birlikteliğe yakınlaşıyorlar. O da, hemen yanı başlarında ayrı renklerde bir fular dahi taksa, düşman addedilenlerin bulunduğu tekinsiz bir ortamda...

Bu kentin ruhu, dünyaya dokuz göbekten bağlıdır. Maneviyatın en fazla insan ruhunun bir ihtiyacı olarak değer görebildiği kent sath-ı mahallinde bütün işler kâr, kazanç, keyif ve eğlence etrafında örülür. İşte yorulunur, tercihen paranın rahat harcanabildiği bir yerde de eğlenilir. Bayram günleri dışında, maneviyatın soluklanmasına kent iklimi izin vermez. Gayri safi milli hasılanın yükseltilmesi, kentin büyük bir üretim merkezi ve ticarethaneye dönüşmesi ve bunu yılın neredeyse bütün günlerine yayabilmesiyle mümkün olabilmektedir. Ve kent insanı, cebindeki paraya bakar.

Kent hayatında tüm ilgi ve dikkatler, kitlenin işine rahat gidip gidemediğine, asfalt üzerinde saniyede geçen araba miktarına, çalışma şartlarına, işçinin aldığı ücrete, dört kişili bir ailenin mutfak masrafına, enflasyon oranına, medyada konuşulan gündem maddelerine ve magazin haberlerine kilitlidir.

Basınçla çalışan makinelerin bulunduğu bir fabrikanın kumanda odası gibi, kent hayatının tüm trendleri envai çeşit göstergelerle takip edilir. Bir tarafta basıncın artıp da göstergelerden bir tanesinin aşırı yükselmesi veyahut tam tersine düşmesi, bir anda kentte bir panik havasının oluşması için yeter de artar bile. Bir fabrikada başlayan grev, sokağa atılıp uyuşturucuya alışmış bir çocuğun işlediği cinayet, aniden bakışları haber bültenlerine çevirir. Nefisler, oradan kendi varlığına yönelebilecek muhtemel bir tehdidin derecesini ölçmeye çalışır. Bir süre sonra olayın soğumaya yüz tutması, nefislerin tekrar kendine dönmesi ve sıkıntıyla dolan gönlüne yeni bir eğlence aramasıyla sonuçlanır. Hapishane filmlerinde olay ertesinde, “Dağılın hadi, bir şey yok!” dendiğinde mahkumların eski hallerine avdet etmesi gibi bir haldir yaşanan...

Bir de, her kentin underground’u vardır. Şehirlerin tüm insanlarınca hayatı topluca yaşama azimlerine karşılık, kentler doğaya atık bırakan fabrikalar gibi sürekli kentin işlevlerine uyum sağlayamayan “atık insanlar” ayırır kenara. Ve bir çözüm de üretemez adamakıllı. Homeless’lar kentin vazgeçilmez unsurları olduğu gibi, maneviyatı budanmış bir kent hayatında underground çeteler de, vazgeçilmez öteki unsurlardır. Kentin kendilerine acımadığı ya da yeterince şefkat göstermediği insanlarından oluşan underground takımı, kuytu yerlerde, önceden tahmin edilemeyen acımasız planlarıyla olmasa da her zaman, sırf varlıklarıyla kentin huzurunu kaçırmaya yetecek kuvvete sahiptirler. Zamanında alınmayan önlemler, zamanında harekete geçirilmeyen merhamet duygusu, underground takımıyla en güçlü oldukları zamanda mücadele etmeyi zorunlu kılar. Bu pis iş, her zaman olduğu gibi kolluk kuvvetlerine düşer. Onların bu süreçte insanlığından neler kaybettiği ise kimsenin aklına gelmez. Ne de olsa maaşlarını alıyorlardır.

Dünyaya dokuz göbekten bağlı olan kent, yüksek bir ip üstünde duran cambaz gibi, eğreti bir devamlılık üzere devam eder hayatına. Bu hayata, her an bir denge kaybı, bütün bir kenti yerle bir edecek bir zelzele endişesi eşlik eder. Birileri ise, sırf bu endişeden ekmek yer. Adları, bilmem ne mühendisi diye geçer kayıtlarda.

İşte, kent böyle bir yerdir. Kent ruhu, dünyaya dokuz göbekten bağlıdır. Fatih’in fethettiği İstanbul’da, o dünya incisi şehrin maneviyatına ise kör oğlu kördür.

İstanbul’un fethini idrak edeceğimiz bu Mayıs ayında, maneviyat yoksunu kent hayatı ile şehir arasındaki farklar üzerine yeniden düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Son olarak, uzun bir aradan sonra, yeniden “Saklı Tarih’ten Aktüel Yorumlar”ıyla aramıza dönen İbrahim Erdinç Şumnu ağabeyimize içten bir “hoşgeldin” demek istiyorum.

Bir sonraki ay buluşmak dileğiyle...

 

— Ömer Baldık

Dergideki Yazılar