TR EN

Dil Seçin

Ara

Örtü Ve Özgürlük Tartışmaları

Rusya’da komünizm ve Stalin’in heykelleri yıkıldı. İngiltere’de IRA terörü sona erdi. Amerika’da zenci beyaz ayrımı halledildi. İki Almanya, Berlin Duvarı’nın yıkılmasını takiben birleşti. Yugoslavya dağıldı, zor da olsa Bosna Hersek bağımsızlığını ilan etti. Doğu Bloku çöktü. Polonya ve diğerleri AB’ye üye oldular ya da olma yolundalar. Bunun gibi, dünyada daha pek çok olmaz denilen değişiklik yaşandı, pek çok sorun ya çözüldü ya çözüm yoluna girdi.

Bir tek, bizdeki başörtüsü sorunu çözülemedi!..

Öyle ki örtünün yerinden milim kımıldaması, bir anda kitleleri, sosyeteyi, sosyeteleşmiş aydın takımını ve kurumları yerinden hoplatmaya yetiyor. Meksika dalgalanması gibi hepsi bir başka yere savruluyor. Gösteriler, iddianameler... Ortalık bir anda toz duman...

Bari ortaya atılan iddialar bir mantık süzgecinden geçirilerek ifade edilse... Şimdi de, bir özgürlük lafıdır, gidiyor. Sanki bir taraf, bütünüyle özgürlüğüne kavuşmuş da, diğer taraf esaret altında inim inim inliyor. Bu ifadenin örtülü bayanlar kısmını daha sonra ele almak üzere, şimdi özgür olduğu iddia edilen bayanların durumuna yakından bir bakalım.

Tarihçi İlber Ortaylı, 2004 yılında Ufuk Kitapları arasından çıkan Osmanlı Barışı kitabında ‘özgür kadın’ sloganını şu şekilde değerlendiriyor:

“Akşam karanlığında yorgun ve sinirli olarak işinden dönen ve kreşten aldığı çocuğu kucağında taşıyan küçük memure, kendinden sonra birahaneden çıkarak eve gelen kocasıyla şiddetli bir kavgaya tutuşuyor. Bu manzaralar, ezberci ve nakilci sosyal bilimcilerin çekirdek aile, modern aile ve ‘özgür’ kadın, ‘özgür ve saygıya dayalı aile içi ilişkiler’ sloganlarına ne kadar uyuyor? Topluma, ne olduğu tarif edilemeyen modernleşme kavramına dayalı garip ve karakûşî kıstaslar öneriliyor.”1

 

Özgürlük aynasında kadın ve işgücü

Sloganik ve klişe modernlik ve özgürlük kavramlarını böyle eleştiren Ortaylı’nın örneğinde yer verdiği ‘kadının işgücüne katılması’, hakikaten, özgürlük tartışmalarında sıkça gündeme getirilen temsillerden biri. İddiaya göre, kadın iş hayatına atılarak iktisadi bağımsızlığına kavuşmakta, bu da ona erkeğe (babasına, eşine vs) karşı özgür bir konum sağlamaktadır. Oysa, bu iddia da son derece naif bir bakış açısına dayanmakta ve ‘kapitalizm’ ile ‘iş gücü’ arasında mevcut bulunan ilişki ve bu ilişkinin ardındaki örtük niyetleri gözlerden saklamaktadır. Maurice Dobb, Kapitalizmin Gelişiminde Çalışmalar kitabında, bu konuda çarpıcı bir tarihi gerçeğe işaret ediyor:

“Kapitalist sistemde işgücü de, öteki metalar gibi bir metadır, alınır satılır. Fiyatı ise ücretidir. Ücreti belirleyen, piyasadaki başka malların fiyatlarını düzenleyen genel yasalardan farklı bir şey değildir. İşte kapitalist bir toplumda, kadının da üretim sürecinde yer almasının nedeni, bu genel yasalardır. Kapitalist, işgücüne, işçinin geçimini sağlayabileceği ve yeniden-üretim giderlerini karşılayabileceği bir ücret, asgari ücret verir. Bu yetmediğinden, kadınlar ve çocuklar da çalışmak zorundadır. Bununla birlikte, çocuk ve kadına kapitalist daha az para verir. Kapitalistlerin kadın emeğini kullanmalarının en büyük nedeni, kadınların erkeklerden daha az ücretle çalışmalarıdır.”2

Dobb’un söylediklerinden anlaşılan şu ki, kadın işgücü, genel olarak işgücünün değerini düşürmekte ve çalışan sayısının ve ucuz işgücünün fazlalaşmasıyla, toplumun alt kesimlerine özgürlük değil, tam tersine ‘çok çalışıp az kazanma’ gibi yeni bir esaret biçimi dayatmaktadır. Şu halde, kadının işgücüne katılmasında, iktisadi ilkeler bakımından, kadının özgürleşmesi gibi bir hedefin gözetildiğini söylemek ya da sonuç olarak bunu netice verdiğini söylemek, son derece zordur.

 

Açık kadının ‘özgürlüğü’

Gelgelelim, iktisadi sistem, üretim aşamasında değil belki ama tüketim aşamasında kadının en azından ‘açık giyinme’ özgürlüğünün yanında fanatikçe yer alır.

Dilaver Demirağ’a göre, “Örtü, bir moda ve marka olarak sistemin taşıyıcısı değildir, dahası dekolte değildir, çünkü boynu ve göğüs bölgesini örter. Oysa moda, kadın bedenini stilize ederken onu erotikleştirir. Gösteri unsuru kılarak, onu erkeksi bakışın egemenliğine sunar ve gövdeyi pornografikleştirir.”3

Kozmetik ve moda sektörlerinin ihtiyaç duyduğu şey de, tam olarak budur. Kürşat Kızıltuğ’un işaret ettiği gibi, “Bu sektörler, insan ilişkileri piyasasına bir meta olarak sokulan bedeni, daha fazla alıcı bulması için estetize etmeyi kendilerine iş edinmişlerdir. Ancak bir kez dış görünüş merkeze oturduğunda, insan ilişkilerini de bu dış görünüş belirlemeye başlar.”4

Tüm bunları bir arada düşündüğümüzde, ‘özgür açık kadın’ imgesinin de, aslında sisteme su taşımak üzere kurgulanmış bir imge olduğunu fark ederiz. Gövdenin pornografikleşmesiyle kendisine yaşam alanı bulan moda ve kozmetik, esas itibariyle, kadının moda yoluyla kendi dış görünüşüne esir olacağı ve bu esareti topluma yayacağı bir hayat biçimini getirmektedir.

 

“Bedenle kapatılan kadın ruhu”

Aslında açık giyimi özendiren modayı takip etmek, kadınların (ve ailelerin) bütçesine getirdiği maddi külfetin yanı sıra, psikolojik açıdan da oldukça sorunlu bir sürece ön ayak olmaktadır. Senai Demirci, bu süreci çarpıcı bir dille tasvir ediyor:

“Kalabalıkta özellikle o dikkat çekiyor. Yakası açık bırakılmış, kolları kısa tutulmuş, eteğinin ucu hayli yukarıdan kesilmiş, beli iyice daraltılmış elbisesi değil dikkat çeken. Elbiseden taşan beden parçaları... Bakılsın diye oradaydı bedeniyle.

Onu o çıplaklığa özendiren tüketim mekanizmalarıyla paketlenmiş, onu açıklık içinde utanmaktan alıkoyan ısrarlı teşviklere sarılmış bir cesedi sürüklüyor ardı sıra. Kadın bedeninin özellikle sivriltilmiş bir kaç detayına indirgenmiş bir kişilik sergisine icbar edilmiş, zorlanmış, itilmiş oluyor.”5

Demirci, şu haldeki kadının ne kadar garip gibi dursa da mağlup olduğunu; mağdur ediyor görünse de, kendisinin de mağdur edildiğini ifade ettikten sonra tesettürsüzlüğü şu şekilde tanımlıyor:

“Tesettürsüzlük, kadının dişiliğini kişiliğinin önüne geçiren her haldir. Saçları kapatmaktan fazlası: Kadın ruhunun bedenle kapatılmasıdır.”6

Demirci’nin son cümlesi, şuursuzca özgürlük türküsü söyleyenlerin, temelde kadının ruhuna mı yoksa bedenine mi özgürlük istedikleri noktasında inceden bir işaretleme yapması bakımından da önemli gözükmektedir. Hakikaten, kadın özgürlüğü iddiasıyla ortaya atılanların her nedense daima işe kadının bedeninden başlamak istemeleri, son derece ilginçtir. Oysa kadın bedeninin öne çıkarılması, onu otomatik olarak ‘şehvet ve haz çemberi’nin içine dahil etmekte; şahsiyet, ruh, aile, akraba ilişkileri gibi pek çok çemberin ise dışına savurmaktadır.

 

Kadın özgürlüğü, nasıl çarpıtılıyor?

Nitekim, kadının bedeniyle öne çıkarıldığı her düzlemde, anne olarak kadının aşağılanmasına rastlanıyor oluşu basit bir tesadüf değildir. Sırf çocuğuna ve eşine bağlılığını çağrıştırıyor diye anneliğin bir tür esaret olarak yorumlanması, kadını yozlaştırmaya çalışanların başvurduğu yaygın ifade biçimlerinden biridir. Anneliğin kadın ruhuna ne kadar uygun olduğu, onun şefkat yönünü beslediği, ruhunu olgunlaştırdığı.. gibi olumlu yönler elbette bu söylem içinde kendine hiçbir şekilde yer bulamamaktadır.

Bu çarpıtılmış özgürlük söyleminde dikkati çeken husus, özgürlüğün neredeyse ‘mutlak özgürlük’ olarak yorumlanmasıdır. Neredeyse bir insanın ebeveyn-çocuk, karı-koca, akraba ve komşuluk bağlarının tamamı, o insanı esaret altına alan bağlarmış gibi yorumlanıyor. Özellikle akademik çevrelerde yankı bulan bu özgürlük yaklaşımının oluşmasında, Fransız düşünür Michel Foucault’nun önemli bir payı olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Foucault’nun Büyük Gözaltı ve Deliliğin Tarihi gibi çalışmaları sonucunda, akademik çevrelerde, iktidar sahiplerinin daima güçsüzler karşısında bir hiyerarşi oluşturma çabasına giriştikleri ve daima onları ezdikleri yönünde bir algılama oluştu. Siyasi mücadelelerden beslenen bu algılama, sanki aile, akraba ilişkileri gibi bütün hiyerarşik yapılarda aslolan buymuş gibi sorgusuzca genelleştirildi.

Oysa mesela psikoloji alanında, çağın önemli psikologları, insan hayatını evrelerine ayırırken, çocukluk dönemini ‘bağımlılık’, gençlik dönemini ‘bağımsızlık’, yetişkinlik dönemini ise ‘karşılıklı bağımlılık’ olarak yorumlamaktadırlar. Buna karşılık, sosyoloji ve tarih menşeli akademik çevreler, ısrarla bu gerçekleri ya bilmeyerek ya da bilerek ıskalamakta, gençlik döneminin bağımsızlık arayışını, tüm insan ömrüne genelleştirmekte, bu arada kadının da evlenme yoluyla ‘karşılıklı bağımlı’ olmasına karşı çıkmak suretiyle güya özgürlüğü savunduklarını iddia etmektedirler.

Halbuki bu tarz bir özgürlük arayışı ve anlayışı, yüzyıllar öncesinde, Robinson Cruso romanıyla gündeme gelmiş, tartışılmış ve sonu yalnızlığa varan bir özgürlüğün (Cruso da bir adada yalnız kalmıştı) hiçbir değer taşımadığı sonucuna varılmıştır. Bu noktada tarihi tekerrür ettirmenin kimseye bir faydası olmadığı gibi, bu özgürlük anlayışıyla günümüzde önümüze çıkan yalnızlıktan depresyona girmiş, ilaç kullanmadan vakit geçiremez olmuş ruhsal açıdan hasta sayısındaki artış; ve buna paralel olarak, sosyal izolasyonun had safhaya çıktığı toplumlar, bizi bu konuda konuşurken daha dikkatli olmaya sevk etmelidir. Özgürlük, kişinin giderek kendisini yalnızlaştırması ve hayatını bir başkasıyla paylaşmasının engeli haline geliyorsa, bu özgürlük sadece bir mahrumiyettir.

 

İslâm ve örtü

Abdurrahman Kasapoğlu Kadın, Modernizm ve Örtünme kitabında, “örtü ve giysilerdeki kayıtsızlığın cinsel dürtünün kayıtsızlığını gerektirdiğini” ifade ettikten sonra şunu ekler: “İslâm, hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan kamil bir dindir. Kadınların bazısının bedenlerini bazısından farklı derecede örtmesi, kadın erkek ilişkisinde kural koyamamayı sonuç verecekti.”7

Aynı çalışmada yazar, “İslâm’da giyimin asıl rolünü, biyolojiyi teoloji ile aşmak” olarak ifade eder: “İslâm’da maneviyat hiçbir zaman maddiyatın karşısında yer almaz. İnsanı maneviyata ulaşmak için maddi gerçekliğini yok etmek zorunda bırakmaz. İslâm maddiyata yol gösterir, kontrol eder. Dinin gayesi cismi bütünüyle unutturmak, insanı dünyadan uzaklaştırmak değildir. İslâm, insanın itidalini korumasını sağlar. Kendini sadece tenden ibaret kabul edip, cisimden faydalanmaktan başka bir şey düşünmeyenlerden olmaması için ölçü koyar.

Cinsel güdü, insanın içgüdülerinden, vücudun etkinliklerinden biridir. İslâm her maddi realiteyi inkar etmediği gibi, cinsel güdüyü de görmezlikten gelmemiştir. Bu güdüden yararlanmayı dindarlığa aykırı saymamıştır. İslâm’ın cinsel güdüye ilişkin bütün sınırlama ve yasaklamaları, cinsel güdüyü yersiz tahriklerden korumak içindir. İşte İslâm, bu noktada kadın erkek ilişkilerine, giyime kural getirmektedir.

Tesettür kuralıyla erkeğin hayatın bütün alanlarında karşılaştığı her yabancı kadından cinsel zevk almasına engel olur. Cinsel zevklerin aile içerisinde ve meşru evlilik çerçevesinde doyuma ulaştırılması toplumun sağlığını korur, aile bireyleri arasındaki ilişkileri, eşler arasındaki samimiyeti sağlamlaştırır. Kadının erkek karşısındaki değerini yüceltir. Cinsel zevklerini aile içinde doyuran kişi, toplum içerisinde yalnız iş ve faaliyetlerle meşgul olur. Batıda ise iş hayatıyla cinsel zevkler birbirine karışır.”8

Seyyid Kutup da, Fizilal’il Kur’an isimli tefsir çalışmasında cinsel içgüdünün ancak aile içinde ve ailenin fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için, iki insanın uzun yıllar boyunca bir arada kalmalarına yardımcı olması bakımından gerekli olduğunu şu sözlerle belirtir:

“İslâm, bir bedeni diğerinden ayırmayan, bir aile ve bir yuva kurmayı düşünmeyen kaba bedensel arzunun tatmin olması ile birlikte son bulan bir hayatı kurmayı hedefleyen hayvansal eğilimlere savaş açar. İslâm, cinsel hayatı yüce insanî duygulara dayandırmak ister. Bununla iki bedeni, iki nefsi, iki kalbi, iki ruhu daha kapsamlı bir ifadeyle iki insanı buluşturur, kaynaştırır. Bu iki insanı birbirine bağlayan ortak hayatları, ortak istekleri, ortak acıları ve ortak gelecekleridir. Bu iki insan beklenen nesilde buluşurlar, birbirlerinden ayrılmayan anne-babanın himayesindeki ortak yuvada yetişen yeni kuşakla bütünleşirler.”9

Sonuç olarak, İslâm kadın ve erkeğin biyolojik ve ruhsal yapılarına uygun bir düzen önermektedir. Celâl yönü ağır basan erkek ile cemâl yönü ağır basan kadının aile yuvası içinde muhtemel yeni nesil ile buluşturulması, esasında, İslâm’ın ancak masallarda karşımıza çıkan bir ‘aşk hikâyesi’ni, şu gözümüzün önündeki dünya sahnesinde gerçekleştirmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Örtü, bu aşk hikâyesinin yaban ve hoyrat gözler tarafından ihtiraslı ve hırslı bir şekilde yok edilmek istenmesinin önüne konulmuş bir perdedir sadece. Ve o örtüye uzanan eller, her şey bir tarafa, en başta kendi özgürlük iddialarının tersine, cebrî hareket etmek suretiyle, niyetlerinin özgürlükle ilgili olmadığını ortaya koymaktadırlar.

 

Dipnotlar:

1. İlber Ortaylı, Osmanlı Barışı, Ufuk Kitap, 2004.

2. Maurice Dobb, Studies in the Development of Capitalism.

3. Dilaver Demirağ, Kadınsız Üçgen, Umran, Mart 2008.

4. Kürşat Kızıltuğ, Temizlik, Tüketim ve Beden Kültürü, http/kursadkiziltug.blogspot.com

5. Senai Demirci, www.senai-demirci.net

6. a.g.e

7. Abdurrahman Kasapoğlu, Kadın, Modernizm ve Örtünme.

8. a.g.e

9. Seyyid Kutup, Fizilal’il Kur’an.