Perşembe günü başlayıp, pazartesi günü biten beş günlük Suriye gezimizin üzerinden bir ay geçmesine rağmen, hâlâ tadı damağımızda kaldı diyebilirim. Dünyanın bir çok tarihî beldesini gezmek gibi bir emelim ve duam vardı. Bu duam fazlasıyla gerçekleşti hamd olsun. Bunun da grubumuzun arasındaki samimi kardeşlik duygularından kaynaklandığına inanıyorum. Unutulmaz güzellikler yaşadık. Hacılarımızın karayoluyla hacca giderken niye buralara uğramadan geçmediklerini çok iyi anladık. Buram buram din ve tarih ve Osmanlı kokan bu topraklar bir ömür geçse değecek cinsten yerlermiş. Görmek, gezmek ve yaşamak nasip oldu. Okuyucularımıza da hararetle tavsiye edeceğim bu seyahat, hem çok ucuz, hem çok doyurucu geçeceğini şimdiden temin edebilirim. İlk fırsatta hemen Şam’a, Halep’e, Humus’a doğru yola çıkınız. Gecikmeyiniz; insanlık hali, bir daha belki bir fırsat bulamayabilirsiniz, bizden demesi... Gelelim gezimizden sunacağımız bilgilere:
Merce Meydanı Ve Hicaz Demiryolu
Şehirleri şehir yapan mekânların başında herhalde meydanlar gelse gerek. Şam’ın merkezindeki Merce Meydanı’nın hemen ortasında bir anıt yükselir. “Telgraf Anıtı” olarak da bilinen abide, sütun şeklinde olup, tepesinde de İstanbullulara çok tanıdık bir mabedin; Yıldız Camii’nin maketi vardır. Anıtın dikilme nedeni Hicaz Demiryolu inşaatının Şam’a ulaşmasıdır. Zaten sütunun dört bir yanına konan kitabede de bu durum günümüz Türkçesi ile şu şekilde vurgulanıyor; “Mü’minlerin Halifesi, Allah Resulü’nün Halifesi, Sultan Oğlu Sultan ve Gazi II. Abdülhamid Efendimiz’in Hicaz hattı vesilesiyle şehrimize mübarek hatırasıdır.” Merce Meydanı’ndan ilerleyip şehrin en önemli çarşısı olan Hamidiye’ye geçilir.
Şam’ın Kapalıçarşısı Hamidiye
Hamidiye, şehrin en büyük çarşısıdır. İçinde yok yok. Ancak çarşıya girmeden önce Selâhaddin Eyyubi ve meydanda yer alan heykelinden de biraz bahsedelim. Selâhaddin Şamlılar için sihirli bir isim. Bilindiği gibi Şam ve Halep’i merkez edinen Nureddin Mahmud Zengi’nin komutanlarından olan Selâhaddin, Mısır’ı ele geçirerek buradaki Şii Fatımi hilafetine son vermiş ve hutbeyi Sünni Abbasi halifesi adına okutmuştu. Yine o, bütün hayatını Suriye sahillerine yerleşen Haçlılarla gaza yapmaya adamış ve Kudüs’ü 1187’deki Hıttin Savaşı sonrasında geri almayı başarmıştı. İşte bu büyük komutan adına inşa edilen heykel, zaman içinde neredeyse Şam’ın sembollerinden biri olmuş. Biz bu heykelin önünden geçip Hamidiye çarşısına geçelim.
Çarşı genel olarak bizim Kapalıçarşı’ya benzetiliyor. II. Abdülhamid zamanında 1883 yılında inşasına başlanan yapı; 1894 yılında tamamlanmış. Buraya yakın olan Buzuriye çarşısı ise, esans dükkanları ile ünlü. Şam’ın “Mısır Çarşısı” diyebileceğimiz bu mekânda ayrıca kuruyemiş ve türlü baharatlar da bulabilirsiniz. Hamidiye Çarşısı’ndaki Bekdaş Dondurmacısı da çok meşhur.
Hamidiye’nin Emevi Camisi çıkışındaki “Ebul İzz Lokantası”, Suriye mutfağının en güzel örneklerini barındırıyor. Bu lokantada iki kişi tıka basa yedikten sonra en fazla 10-15 dolara çıkmanız mümkün.
Emeviye Cami-Hz. Yahya Cami Makam-ı Hüseyin
Hamidiye Çarşısı’ndan çıkıp, Jüpiter tapınağının sütunları arasından geçerek ilerlediğinizde; karşınıza abidevi bir yapı çıkar. İşte belki de Şam seyahatinin en önemli noktası olan bu yapı Emeviye veya Ümeyye, Makam-ı Hüseyin ya da başka bir deyişle Hz. Yahya Camii’dir. Caminin hikâyesini kısaca anlatacak olursak; isimlerin de hikmeti kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Her şeyden önce caminin bulunduğu yerde M.Ö 1. yüzyılda inşa edilen bir pagan tapınağı olduğu, bu tapınağın üzerine yine Romalıların Jüpiter tapınağını inşa ettiği ve Roma’nın Hıristiyanlığı kabul ettiği yıllarda İmparator Teodosius zamanında (379-395) bu Jüpiter tapınağı harabelerinin üzerine, Hz. İsa’yı Şeria Nehri’nde vaftiz ettiği için Vaftizci Yahya adı ile bilinen Hz. Yahya namına bir kilise inşa edildiği biliniyor. Zaten bu kilisenin en önemli nişanesi de Emeviye Camii içinde bulunan Hz. Yahya’ya ait olduğuna inanılan türbe.
Vaftizci Yahya Kilisesi’nin yerine Velid b. Abdülmelik zamanında (705-715) Emevi devletinin merkezine yakışır, abidevi bir caminin yapımına karar verilmiş. Bu inşaat için Bizans’tan da en büyük ustalarını göndermesi istenmiş. Sonuç tek kelimeyle harika. Ortaya öyle bir eser çıkmış ki; bu mabet İslâm dünyasındaki üç büyük mescidin hemen ardından (Mekke’deki Mescid-i Haram, Medine’deki Mescid-i Nebevi ve Kudüs’teki Mescid-i Aksa) dördüncü büyük mabet olarak kabul görüyor. Yine anlatılan odur ki, İslâm dünyasının en büyük ve acı facialarından biri olan Kerbelâ Vakası sonrasında şehit edilen ve başı kesilen Hz. Hüseyin’in mübarek başı da henüz günümüzdeki haliyle inşa edilmemiş olan bu camideki özel bir bölüme konulmuş.
Hamidiye kapısından sadece Müslümanlar girebiliyorlar. Diğer ziyaretçiler ise Selâhaddin türbesi önünden dolaşılarak çıkılan arka kapıdan giriyorlar. Girişte hemen solunuzda Kubbetu’l-Hazne denilen bir yapı ile karşılaşıyorsunuz. Bu ismin veriliş nedeni; yapının Emeviler zamanında bir müddet hazine odası olarak kullanılmış olması.
Caminin en ilginç kısmı herhalde mihrapları. Mihrapları diyorum zira camide dört adet mihrap var. Yapının ana mihrabı Şafiilere ayrılmış.
Camide Hz. Yahya’ya ait olduğu kabul edilen bir türbe var. Hz. Yahya türbesinde insanların önünde fotoğraf çektirdiği küçük bir kuyu ile karşılaşıyoruz. Söylenenlere göre burası da Hz. Yahya’nın vaftiz kuyusu imiş.
Caminin içinden çıkıp revak boyunca yürüdüğümüzde karşımıza Hz. Hüseyin’in makamı gelir.
Emevi Camii’ne namaz vakitlerinde giderseniz müezzinlerin 6-7 kişilik bir koro halinde okuduğu o nefis ezanı da duyma şansınız var. Bu arada caminin üç de minaresi var. Bunlardan biri batı minaresi adını taşırken, kuzey tarafta kalan diğer bir minarenin adı Arus minare yani gelin minaresi. Rivayete göre Abbasiler zamanında kızını halife ile evlendiren zengin bir tüccar tarafından bu evliliğin şerefine yaptırılmış. Batılıların “Jesus Tower” yani “İsa Kulesi” dedikleri doğudaki minareye ise kıyamete yakın bir vakit Hz. İsa’nın ineceğine inanılıyor. Cami, Selçuklu Sultanı Melikşah ve Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid zamanında esaslı bir onarım görmüş.
Emeviye Camii’nin minberi günümüzden tam yüz yıl önce 1911 yılında, Bediüzzaman Said Nursî’yi de misafir etmiş. İslâm dünyasının içine düştüğü bir acıklı durumdan kurtulmanın çarelerini ele alıp anlattığı “Hutbe-i Şamiye” adlı eserini buradan ders vermiş. Halen yaralarımıza deva olacak reçeteler sunan bu harika eser, o zaman bir haftada iki defa basılmış. Şam’ın kendisi zaten bir ilim şehri. Gizemli bir yer. Prof. Dr. Ramazan El-Bûti’nin Cuma günleri şu harika hutbesini dinlemek şansınız da var.
“Şarkın En Sevgili Sultanı”
Şimdi caminin girdiğimiz tarafından değil de gayrimüslimlerin girdiği tarafından çıkalım. Zira bu çıkışta bizi bekleyen ve adı adeta Şam ile özdeşleşmiş olan bir İslâm komutanının türbesi bulunuyor. Burası milli şair Mehmet Akif’in “şarkın en sevgili sultanı” ifadesi ile övdüğü Selâhaddin Eyyubi’nin türbesi. Türbenin hemen sağında, üzerinde Türk bayrakları bezeli üç mezar taşı dikkatimizi çekiyor. Bunlar Balkan Savaşları’nın yüz kızartıcı sonuçlarını unutturmak için İstanbul ile Mısır arasında bir uçuş düzenlemeyi planlayan İttihat Terakki Cemiyeti’nin girişimi sonrasında hedeflerine varamadan şehit düşen üç pilotumuzun kabirleridir. Türbede Selâhaddin Eyyubi’ye ait iki sanduka bulunmakta. Bunlardan girişte hemen sağ tarafta kalan sade sanduka gerçek. Bunu çevresindeki yoğunluktan da anlayabilirsiniz. Selâhaddin Eyyubi her ne kadar devletini Mısır’da kurmuş olsa da bütün ömrünü Haçlılarla cihada ve bölgedeki diğer Müslüman devletleri kendi idaresi çevresinde birleştirmeye vakfettiği için saltanatının büyük bir bölümünü Şam’da geçirmiş. 1193 yılında vefat ettikten sonra da Şam Kalesi yakınındaki bu mütevazı türbeye gömülmüştür.
Birleşen Yollar
Merce Meydanı’na tekrar dönelim ki buranın yakınlarında Osmanlı’dan kalma en önemli yadigârlardan biri konumundaki Şam İstasyonu’nu görebilelim. İstasyon adeta II. Abdülhamid’in panislamizm politikası çerçevesinde bölge halkı ile başkenti birleştiren bir abide durumundaydı. Sultan II. Abdülhamid’in İstanbul’u Hicaz’a bağlayacak demiryolu projesinin Ortadoğu’daki en önemli ayağı Şam’dı. Bu proje sayesinde hem hac ziyaretlerinin kolaylaştırılması hem de gerek askerî ve gerek idarî anlamda bölgenin daha kolay kontrol edilmesi hedeflenmişti. Bugün eski ihtişamının çok uzağında.
Yine Şam İstasyonu’nun karşısına düşen bir bölgede Osmanlı döneminden kalan bir başka yadigâr ile karşılaşıyoruz. Burası Şam Mevlevihanesi’dir.
Hanedan Haziresi
Şam İstasyonu’ndan Halbuni Caddesi’ne doğru yürümeye başladığımızda karşımıza küçük kitapçı dükkanları çıkacaktır. Yolumuza devam ettiğimizde karşımıza Süleymaniye Camii çıkar. Cami, Sinan yapımı. Kanuni Sultan Süleyman 1548 yılında İstanbul’daki Şehzade Camii’nin bitiminin hemen ardından Mimar Sinan’ı bu devasa caminin yapımı ile görevlendirir. Şam, hac yolunda son derece önemli bir güzergâhtır. Anadolu’dan, Kafkaslardan ve Orta Asya’dan gelen hacılar burada buluşur ve toplu kafileler halinde kutsal beldelerin yolunu tutarlarmış. Bu nedenle Osmanlılar Şam’ı pek çok sosyal tesisle donatmışlar. İşte halk arasında “Tekke Süleyman” olarak bilinen Süleymaniye de bu durumdan nasibini almış ve yapı zamanla bir külliyeye dönüşmüştür. Lakin yapıyı asıl önemli kılan unsur, arka türbesindeki hazirede ağırladığı misafir, daha doğrusu misafirler. Osmanlı hanedanının son temsilcileri, başta son Osmanlı Sultanı Mehmed Vahideddin olmak üzere bu caminin arka tarafındaki hazirede ebedi uykularına yatmış vaziyetteler. Türbede Vahideddin dışında Abdülhamid’in çocuklarından Selim, Abid ve Burhaneddin Efendiler ile Sultan 5. Murad ve Abdülmecid’in soyundan gelen hanedan üyelerinin mezarları bulunuyor.
Şeyh’ül Ekber’in Huzurunda
Ben sizi Kasiyun Dağı eteklerindeki Salihiyye denilen semte götürmek istiyorum. Merkezden herhangi bir taksiye atladığınızda yaklaşık 50 Suri mukabilinde varacağınız bu mekân; adını ünlü İslâm mutasavvıfı Muhyiddin İbnü’l Arabi’den alıyor. Zira türbesi burada bulunuyor. Muhyiddin İbnü’l Arabi, 11. yüzyılın ortalarında Endülüs’te doğmuş ve İbni Tufeyl, İbni Rüşd, İbni Zühr gibi büyük şahsiyetlerin yaşadığı bu diyarda maddi ve manevi ilimlere dair kendini geliştirdikten sonra uzun yolculuklara çıkarak; Mekke, Malatya, Konya gibi önemli merkezlerin ardından Şam’da karar kılarak buraya yerleşmiştir. Şeyh, 1240 yılında vefatı üzerine buradaki türbesine gömülmüş. Türbeyi yeniden ihya eden Yavuz Sultan Selim olmuş.
Türbenin avlusundaki iki adet güneş saatine de dikkatinizi çekelim. Hazır buralara kadar çıkmışken Melik Eşref Eyyubi’nin darülhadisini, Selâhaddin Eyyubi’nin kız kardeşi Sittu’ş-Şam tarafından inşa ettirilen Şamiye Medresesi’ni (bugün cami), tüm Şam’ı doyasıya görebileceğiniz Kasiyun Tepesini de görmelisiniz.
Hele Kasiyun Tepesi manzarası bir yana, Habil-Kabil çatışmasının ilk geçtiği yer olmasından tutun da Yedi Uyurlar Mağarası’na varıncaya kadar türlü sürprizler barındıran bir mekân.
İnsanlara gelince; Şam’ın insanı son derece sıcak. Türkiye’den gelen insanlara da bu sıcaklığı yansıtıyorlar. Yemekleri fevkalade ve çok geniş bir mutfakları var. “Tebbule” adlı salatayı, “kebse” adlı safranlı ve bademli pilavı, “kubbe bil’l-lebeniyye” denilen yoğurtlu içli köfteyi bilhassa tavsiye ederiz.
Hayat gerçekten son derece ucuz. Tüm şehri (tabii taksimetreli bir taksiyle) sadece bir dolara turlamanız mümkün.
Velhasıl Şam, gideni mest eden ve bir daha, bir daha gitme arzusu uyandıran efsunlu bir diyar.