TR EN

Dil Seçin

Ara

Şam'dan Gelen Adam

Şam'dan Gelen Adam

Şam’da akşamlar başkadır...

Şam’da akşamlar aktır, beyazdır. Burada geceler ışıl ışıldır...

Şam’da huzur arayan biri var...

Kimdir bu adam?

O, gece yarıları, mum ışığında, elindeki kitabın sayfalarını evirip çeviren bir adam... Gönlündeki boşluğu hisseden bir adam... Dünyada her şeyin bir gayesinin olduğuna inanan ve kendi gayesinin de ne olduğunu sorgulayan bir adam...

Kuşlar, güneşe bakıp yollarını bulsunlar da, ayların, yıldızların, güneşlerin aydınlattığı şu kâinatta, insan Rabbine giden yolu bulamasın, hayret! O, buna da dikkat eden bir adam... Yolunu arayan bir adam...

Uykularına bile giriyordu bu düşünce... Sonra tatlı rüyalara dönüşüyordu. O güneşin ışığı, o batmayan Canlı Güneş’in (asm) ışıltıları Şam’a kadar yansımıştı. Gönlünde en cılız bir ışık bile taşıyan herkes, o Sevgili Nebi'ye (asm) vuruluyordu, Ona âşık oluyordu. Onun güzelliği, dünya âlem her yana cennet kokuları saçıyordu. Onun nuru, bütün canların yegâne arzusuydu, biricik maksuduydu.

Gönlünde ilahî ışıkların ve hidayet nurlarının yandığı bahtiyar insanlardan biri de o olmak istiyordu. Ancak o Medine’de ya da oraya yakın bir yerde değildi; Ondan (asm) ve o diyardan çok çok uzaklardaydı.

Elinden Tevrat’ı hiç düşürmüyordu. Her defasında kendini hayrette bırakan akıl almaz bir olay yaşıyordu. Her ne zaman Tevrat’ı açıp da okumak istese, karşısına hep Son Peygamber’in (asm) özelliklerini bildiren satırlar çıkıyordu. Acaba neyin nesiydi bu? Tam anlamasa da, bir hayra alametti. Bu sırrı çözmeye çalışıyordu. Bir değil, yüz değil, her defasında hep aynı şey oluyordu. Bu işte bir kasıt vardı. Tesadüf yok, tevafuk vardı. Bunu görüyor ve yaşıyordu.

Şam’da bir adam... Düşünüyordu, devamlı düşünüyordu... Başını iki avucunun arasına almış, düşünüyordu.

Bir gün yine böyle derin düşüncelere dalmışken, beyninde şimşekler çaktı birden. Gözlerinde nurdan damlalar yumak yumak olmuştu. Daha fazla dayanamadı, hemen dostlarının yanına gitti ve sordu: 

“Ey arkadaşlar, ben ne zaman Tevrat’ı açıp okumak istesem, Âhir Zaman Peygamberi’nin (asm) özelliklerini bildiren satırlarla karşılaşıyorum. Şimdi Medine’de bulunan o zat, beklenen peygamber olmasın! Ziyaret edip onu görmek istiyorum.”

Arkadaşları itiraz ettiler ve caydırmaya çalıştılar:

“Hayır, sen aldanıyorsun. Medine’deki o zat, senin zannettiğin gibi bir peygamber değil, sadece akıllı bir adamdır. Onu görmek için burdan, Şam’dan tâ Medine’ye kadar gitmek akıl kârı değildir.”

“Bence siz aldanıyorsunuz.”

“Nedenmiş o?”

“Sizin hep geleceğinden bahsettiğiniz Peygamber (asm) benim içime doğuyor ki bu zat olsa gerek.”

“Sen aklını kaçırmışsın.”

“Asıl siz aklınızı kaçırmışsınız. Kıskançlık ve kin ile kıvranıyorsunuz. Gözlerinizin önündeki bu gerçeği göremiyorsunuz.”

Ve kararını verdi Şam’daki adam... Bir sopanın ucuna taktığı yiyecek bohçası ve omuzundan arkaya sarkıttığı heybesi ile yola revan oldu. Yol, ebediyete doğru uzanan büyük bir düzlüktü şimdi önünde. Gökte fokur fokur kaynayan çöl paşası güneş, yerde yakıcı kumlar ve taşların âdeta zehirli dişleri... Hiçbiri ama hiçbiri ona engel olamadı... 

Hayırlı bir niyetle yola koyulmuştu.

Günlerce yana yakıla kum denizini kat edip gitti. Tevrat’ta özelliklerini gördüğü Allah Rasulü’ne (asm) doğru... Ona gidiyordu... Varlık âleminin en güzeline, dünyanın mânâsını ders veren güzeller güzeline... Yoluna can feda edilse değmez miydi?

Sonunda çölleri aşıp Medine’nin sınırlarından içeri girdi. Yol kenarında bir hurmalığın dibinde gölgelenen birine rastladı. Bu adamın içindeki iman güzelliği ayna olup yüzünde parlıyordu sanki. Heyecan içinde o ışık saçan güzel adama yaklaştı ve sordu: 

“Sen misin, söyle! Allah rızası için söyle. O son Peygamber (asm) sen misin?”  

Bu zat, Hazreti Peygamber’in (asm) sahabelerinden ve ebedî âşıklarından, Selmân-ı Fârisî’den (ra) başkası değildi. Şam’dan gelen bu adamın ne demek istediğini anlamıştı. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı ve şunları mırıldandı:

“Ben kimim, o kim... Ben ancak onun kölesiyim.”

Adam büsbütün coştu:

“Peki, o nerede?”

İrfan denizine âdeta gark olmuş olan Hazreti Selmân-ı Pâk (ra) cevap veremedi. Hıçkırıklar boğazında düğümlendi. “Allah Rasulü (asm) dünyadan göç edeli üç gün oldu” diyemedi. Şam’a geri dönüp gidebilir diye endişe ettiği için, adamcağızı tuttu:

“Gel” dedi, “Seni onun sahabelerinin yanına götüreyim.”

“Peki, onlar nerede?”

“Allah Resulü’nün (asm) mescidinde.”

Yola düştüler ve birlikte Mescid-i Nebevî’ye geldiler.

Adam içeri girer girmez, gür bir sadâ ile seslendi: 

“Allah Resulü (asm) hanginiz?”

Sahabelerin gönlünden yine hasret ve yine hicran ırmakları akmaya başladı. Gözyaşları âdeta birer pınar olup çağlıyordu. Dediler: 

“Ey Allah’ın kulu! O aramızdan ayrılalı üç gün oldu.”

Müthiş bir andı bu.

Adamın başına sanki gökten yıldırımlar yağıyordu. Günlerdir çölleri, kızgın kum denizini yara yara gelmişti buralara. O son Peygamber’in (asm) güzelliğini, o mübarek cemâlini bir kerecik olsun dünya gözüyle görebilmek ümidiyle, her müşkile katlanıp gelmişti. Fakat heyhât! O Âlemlerin Efendisi (asm), ebediyetin o altın sabahına ermişti. Bu fâni dünyadan ebedî âlemin yolunu çoktan tutmuştu...

Adam birden yere düştü ve yığılıp kaldı... Bir zaman sonra kendine geldi ve yavaş yavaş gözlerini açtı. Dudakları usul usul kıpırdadı:

“Ali nerede, Ali, o nerede? Onu bir tarif etseydi de, Ali’den dinleseydim.”

Hazreti Ali (ra) hemen oracıktaydı. Ayağa kalktı ve şu cümlelerle Hazreti Peygamber’i (asm) anlatmaya başladı:

“Allah Rasulü (asm) ne uzun boyluydu, ne de kısa... Mukaddes başı yuvarlak, alnı da genişti. Gözleri siyah ve irice, kirpikleri de uzundu. Tebessüm buyurdukları zaman, dişleri arasından parıltılar yayılırdı. Saçlı, elleri ve ayakları etlice idi. Yürüdüğünde, yüksek bir yerden yürüyormuş gibi ayağını kuvvetle kaldırırdı. İki omuzu arasında peygamberlik (nübüvvet) mührü vardı…”

Tâ Şam’dan buraya kadar, bin bir tehlikeyi ve zahmeti göze alarak gelen bu adam, Hazreti Ali’nin (ra) bu sözlerini dinledikçe Ona olan hasretle kaynadı, coştu, yerinde duramaz oldu. Taşkın bir edâyla seslendi:

“Ya Ali!” dedi. “Onun Tevrat’taki tarifi de aynen böyleydi! Okuduğum özelliklerin aynısını sen bir bir anlattın, dile getirdin. Bizimkiler her ne kadar son Peygamber’in (asm) Yahudilerden geleceğini iddia ediyorlarsa da, ben kesinlikle inanıyorum ki, Allah’ın beklenen son Peygamberi (asm) işte bu zattır! Ne olur, beni Onun kabrine götürünüz.”

Bütün seçkin sahabeler hep birlikte ayağa kalktılar ve biraz ötedeki Ravza-i Mutahhara’ya vardılar. Gönüller, hasret ateşiyle yanıyordu. Gözlerdeki damlalar billur billur akıyordu.

“Ey Allah’ın kulu!” dediler. “İşte, varlığın nurunun mübarek kabri burası.”

Adam bambaşka bir âlemde yaşıyordu sanki. Gönlünde coşan nice ilahî duygular ve nice imanî hislerle dopdoluydu. Ellerini kaldırıp duaya başladı:

“İlahî!” dedi. “Şu kabrin içinde yatan Mübarek Zat’ın, Senin son Resûlün (asm) olduğuna iman ettim. Sen birsin. Ortağın ve benzerin yoktur. O da Senin âhir zamanda gelen son Peygamberindir (asm). Benim şu anda İslam’a girip Müslüman oluşumu kabul buyurursan, ruhumu burada, Onun kabrinin yanı başında al yâ Rabbi. Beni bir daha ötelere gönderme Allah’ım!”

Dünyada dudaklarından dökülen son kelimeler bunlar olmuş ve Şam’dan gelen adam olduğu yere yığılıp kalmıştı. Yüce Allah, böyle bir âşıkın ruhunu Peygamberler Peygamberi’nin (asm) mukaddes kabrinin başında alıvermişti. Başına toplaşan sahabeler, şu âyeti okuyorlardı:

“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciun. (Muhakkak ki biz, Allah’a âidiz ve muhakkak ki biz, ancak O'na dönücüleriz!)” (Bakara, 156)

İşte gerçek bir âşık daha... Onun uğruna, Onun vefatından üç gün sonra canını veren bir âşık... ‘Âşık’ buna derler. Candan, maldan ve yârdan elini yuyana derler.

Selam sana ey Şam’dan gelen adam... Şah-ı Rusûl'ün (asm) önünde hayatını hayatın denizine bir damla yapıp katan adam... Sevdiğine kavuşan adam…

Sen de o bahçede açan bir gülsün artık...

O gül, bir gün bize de gülsün artık...

Gül gibi geldin, güller gibi gittin ardında en güzel kokuları bırakarak…

Gül’e Gül’e gittin, o Gül’e

Mekânın cennet olsun inşallah. 

Es-salâtü vesselâmü aleyke yâ Rasulallah...

 

- Yazımızda merhum Mustafa Necati Bursalı'nın 'Hazreti Ali' kitabından istifade ettik. Onu da rahmetle anıyoruz.