TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir Rumeli Türküsü / Saklı Tarih Sohbetleri

İnşâallah, kitap çapında genişletmeyi arzu ettiğimiz bir konu bu; ismi hazır: “Bir Rumeli Türküsü”

Rumeli’miz için asırlar boyunca söylenmiş, kâh, “kaşları Kolbaşı’nın kır atı gibi şahlanan”; kâh, “Kaşları kâre Aliş’in sinede açtığı yârelerle” inleyen; veya, “Estergon kal’asında, bir su başında duraklayıp bir sinsi firak sancısı içinde, ırakta kalmış yârine ağlayan” o emsalsiz türkülerimizin paha biçilmez sanat değerinden, bu isim benzerliğiyle,peşin bir pay devşirme gayretinde miyiz yoksa?.. Öyle oluversin!.. Onlar miri malıdır, sirkati el kestirmez!.. Hem, nağmesiz bir besteye heves etti isek, karınca misali, hoş görülmeyi bekleyemez miyiz?

Keşke, sadece, şu duygusuz ve sende nedir bilmez “Saklı Tarih” nasipsizine inat, en az yüz elli yıllık küllenmez bir özlem yangınının, belki gözyaşılı bir mırıldanışını duyurabilsek... Yeter de artmaz mı?..

Bu kadarcığı içinse, hepimizin kalbimizde, ruhumuzun derinliklerinde, belki genlerimize geçmiş, yeterli dozda me’yusiyet, inkisar ve hasret madeni bulunmakta, eminim... Daha ilk mızrap dokunuşuyla gönül sazımız, sanki kendiliğinden cûş u huruşa gelecek, bilinmeyen güfteleri duyulmamış seslerle terennüm ediverecek gibi...

     Akma Tuna akma, ben bir dertliyim

     Yar yolunda gezer karabahtlıyım!...

 

HİCRETLERİN BAKİYYESİ...

Tepedeki bağ evimizin geniş bahçesinde, sonbaharın gitgide serinleyen gecelerinde, kaynayan pekmez kazanlarının ılık ışıltısında rahmetli babacığımın gür erkek sesiyle söylediği Rumeli türküleri, kulağımdan ve ruhumdan hiç gitmedi: Şahane gözler, şahane / hüsnüne yoktur bahane / Süleyman olsan cihane / gönül eğlenmez, eğlenmez... Babamın adı da Süleyman ya; biz çocuklar, kendi bestesi sanırdık o türküyü; daha bir hoşlanırdık... Çok az görebildiğim dedeciğimin ise o hep hüzünlü, hep ıslak gibi pırıldayan derin gözleri hâlâ gözlerimde... 93 muhaceretinde dedem yedi yaşında imiş; haliyle babam burada, Adapazarı’nda doğmuş... Şumnu’yu ve göç patırtısını nereden bilecekler... Sonradan da hiç biri, hiç birimiz ecdat topraklarını gidip görmedik. Hayalimizde, çok uzaklarda, güneşin battığı yönde, sisli dağlar, yemyeşil yaylalar, şırıl şırıl akan dereler vardı... Oralarda, adlarını sanlarını bilmediğimiz dedelerimiz ninelerimiz 500 yıl yaşamışlardı... Sonra... Sonra ne olmuştu, neler olmuştu... Niçin gelmişlerdi; biz niye buralardaydık?.. Yeni gelenlerin anlattığı Bolşevik mezâlimi ise, o topraklarla aramıza korku duvarları ördü... “Demir Perde”, ruhlara da geçit vermeyen bir korkunç mania idi... Ama yine de Rumeli deyince, Şumnu, Razgrat, Deliorman... deyince tâ içimizde, çok derin bir yerlerde, hasretli bir yara, bir sızı yıllar boyu depreşip durdu...

 

“DURMA, SEFER ET DİYÂR-I KALBE”

Doğu ve batı, birer yön ismi iken, gitgide coğrafi bölge manası kazanmış... “Ortadoğu”, “Uzakdoğu”... gibi tariflerde belli bir grup ülkeye yer adı olmuş... Çin’deki, Hint’teki bir insan, kendi vatanına “uzak” falan diyemeyeceğine göre, bu işin, galip Avrupa gözlüğüyle ilgisi anlaşılıyor... Her ne ise... Bizler de bu isimlendirmeye alışmışız; öyle kullanıyoruz.

Yön olarak doğu ve batı ise, elbette apayrı bir kavram... Konumuzla alakalı olarak, “Batı”nın hususi bir yeri ve değeri var... Evet batı!.. Güneşin battığı, kızıllaşıp kaybolduğu ufuklar... Güneşle birlikte ümitler ve istikbale dair arzular da ötelere, uzaklara taşınıyor... Yaşanmamış an, görülmemiş mekân batıdadır... “İşte güneş buradan gitti, oralarda doğmakta!.. Yenilik, tazelik yani gençlik ve belki ebediyet orada!.. Ölümsüzlük “ab-ı hayat”ı, o yönde!.. “Hüsn-ü aşk”ta, “Aşk” isimli çilekeş delikanlıya verilen, “Durma, sefer et diyar-ı kalbe!..” emri, her ne kadar tasavvufî bir derinleşmeyi, iç umman’a seferi hedefliyorsa da, zahir planda bunu biz, “demir asa, demir çarık” bir hicret vecibesi, hatta kendi çapımızda bir miraç talimatı sayamaz mıyız?.. Bir “semazen”in, temsilen, bir ayağını, Resullerin getirdiği hakikatlere çivilenmişçesine sabit tutarken, diğer ayağı ile bütün alemi dolaşması gibi mü’min de kavuştuğu bütün güzellikleri remzen, Doğu’dan alarak Batı’ya taşıyıp ulaştırmaya memurdur; hatta mecburdur!.. Evet... Tekâmül, hicretsiz olmaz!.. Miraçsız, visale erişilemez!.. Milletler, kuşlar gibi, küre-i arzı kanatlarının altına alamazsa, fetihlere zaferlere nail olamaz!..

“Batı” yönü, “batılılaşma” ve “muasır medeniyet” vs. gibi basit manaların çok ötesinde, mücerret bir inkişaf istikametidir... Hizmetin yönüdür... Fatihlerin kılıçlarının ve kalemlerinin doğrulduğu yöndür!..

 

Şimdi, yavaş yavaş gelebiliriz artık, Osmanlı’nın” Rumeli” sevdasıyla denizleri, nehirleri ve geniş ovaları... Ve hasetleri, kinleri ve korkuları aşarak İslâmiyet’le bulduğu erdiği yücelikleri, atının terkisinde götürüp nasıl Avrupa içlerine yaydığına... Eğri kılıcının ucunda pırıldattığı merhamet ve adalet ile zalimleri tedip eyleyerek mazlum kavimleri nasıl siyanet ettiğine...

“Ardına çil çil kubbeler serperek” viraneleri mamureye çevirdiğine...

Kısaca, cehli ilme, fakrü zarüreti refaha, tefrikaları kavgaları birliğe ve barışa ve yılgınlıkları ümide şevke döndürerek, Avrupa ile birlikte bütün “Memalik-i Mahruse-i Şahane”ye nasıl, tam 550 yıl sürecek bir “Osmanlı Saadet Devri” yaşattığına...

 

Bizler de bugün, meselelere biraz olsun Osmanlı’nın sabrı, gayreti, insafı ve vukufiyetiyle yaklaşabilsek, belki Saklı Tarih bile ihtida ederek yola gelebilir; hatta, İhsan-ı Şahane’ye ön sırada talip olabilir!..

Fazlaca mı iyimseriz?..

 

ÇİÇEK AÇAR BAHAR İLE...

İslâmiyet’ten önce, miladi 4. asır başlarından itibaren çeşitli Türk boyları Volga Nehri’ni geçerek Avrupa içlerine girmişlerdir. Balkanlarda yerleşmişler, İtalya’ya, Fransa’ya kadar ulaşmışlar; ancak kısa zamanda yerli halk içinde “asimile” olmuşlardır!.. Öyledir; Tarihin bize öğrettiği ilk ders budur ki, sağlam bir inanç temeline sahip olmayan kavimler, kimliklerini muhafaza edemez; eriyip kaybolurlar!.. Geriye, müzelerde sıra sıra dizili, kırık dökük çanak çömlek kalır!.. “Sîrû fil arzi fenzirû...” sırrı!..

Bölgede Müslüman toplulukların görülmesi ise, Selçuklu devrinde... İlahi Hakikat meşalesi tutuşturuldu; ve “Rumeli”, ismindeki “Roma” manasına inat, Hicaz ikliminden gelen gül kokulu esintilerle, fevç fevç iman ışığında koşan bahtiyar kavimlere vatan olmaya başladı!.. Demek sürekli göçlerle Anadolu’dan gelenlerle, orada İslâmiyet’le şereflenen yerli halk, Âsumânî bir “Muhacir-Ensar” manası içinde kucaklaşıyordu!.. Küçüklüğünden önce, “Büyük cihat” bütün hızıyla sürmede!..

 

1350’lerde haritamız şöyle: Bugünkü “Trakya” topraklarımız üzerinde Bizans yer alıyor... Osmanlı henüz, bugün “Marmara bölgesi” diyerek meteoroloji raporu düzenlenen bölgenin Anadolu kısmında... Bizans, kuzeyden Katolik Latinlerle tehdit altında; bu Latin sürülerinin 1200’lü yılların başında İstanbul’u nasıl yağmalayıp perişan ettiğini unutmamış!.. O vahşilerle kendisi arasında, Osmanlı yiğitlerinden örülü bir set, bir nevi “Çin Seddi” çekme arzusunda!..

Ayrıca, Bizans Sarayında hiç bitmeyen taht kavgaları sebebiyle de, Osmanlı Birliklerinin Rumeli’ye geçişi, Bizans’ın “yeşil ışığı” ile kolayca gerçekleşiverdi!..

Evet... İlahi Takdir, insanlığı, gelecek 550 yıl boyunca “Osmanlı” isimli bir “maddî ve manevî nimetler sofrası”nda ağırlamak dilemiş, sebepleri buna göre halketmiş!..

Gerisi; 1352 Veliaht Şehzade Süleyman Paşa’nın sallarla Rumeli’ye geçişi; 1354 Gelibolu’nun fethi; 1362 Murat Han’ın Filibe fethi... gibi, peşpeşe müjdelenen zaferlerle Rumeli diyarına saadet güneşinin pembe nur şuaları içinde doğuşu!..

     Bulut gelir seher ile,

     Çiçek açar bahar ile...

     Yağma yağmur, esme bre deli rüzgar!

     Yarim yoldadır, yoldadır...