TR EN

Dil Seçin

Ara

Sisli Hatıralar / Saklı Tarih Sohbetleri

Saklı Tarih’i bu sayımızda biraz rahat bırakalım; O’nun, bütün öz değerlerimizle olduğu gibi, Ramazan’la ve Oruç’la da kavgalı olduğunu yüzüne vurmayalım. Genç nesilleri ibadetten soğutmak için başvurduğu bin türlü medyatik illüzyonu, politik akıl çelmelerini ve sözde san’at kisvesiyle yapageldiği zehirli telkinleri orta yere dökmeyelim. Dilimize de oruç tutturarak Sultan Ay’da tatlı kelâm edelim. Zaten, bizler iyiyi, kıymetliyi söylemekle Onu yeterince hırpalamış, canını sıkmış oluruz. Esasen, bütün hizmetlerde böyle “müsbet” tarz ağırlıkta olmalı; bâtıl fazla kurcalanmamalı!.. Fakat bazan, masum evlatlarımıza tehlikeleri iyice gösterme gayesiyle, baklayı ağızdan çıkarmak şart oluyor. Yoksa, bağcıyı dövmenin kime ne faydası var?..

Sizlere bu ay, yetmiş yılın biriktirdiği sisli hatıralardan, kitap arasında kurumuş çiçeklerden bir soluk demetçik sunmak istedik. Bu köhne meta’ın revâcı kalmış mı; onu da bilemiyoruz…

Olsun; “çam sakızı” özrüyle kabul edilir, İnşaallah…

Saklar mı özlediğim illerden bir nefesi / Yâsemin esintili şu çisil çisil yağmur?

Uzak çocukluğumu özlerken geliver de / Sisli hatıraların buğusunu sil, yağmur!..

 

İLK ORUÇ

Sıcak yaz günlerine gelmişti ilk oruçlarım. Şimdi, iki tur devrederek yine Ağustoslara, Temmuzlara yaklaşmakta; görürüz İnşaallah…

Tepedeki bağ evimizde üzüm, incir zamanı…

Ayrıca, şeftali, hünnap, kızılcık, böğürtlen…

Ne güzeldi mevsimleri meyvelerle tanıyıp yaşamak!.. Şimdiki gibi değildi; her meyve, yılın her ayında bulunmuyordu. Böylesi, hem meyvelere hem de zamana bir saygıydı sanki… İlâhî programa da daha uygun gibi…

Evet… Ben ve kızkardeşim, ellerimizde birer küçük kâse, içinde gün boyu seçip topladığımız ve itina ile dizdiğimiz “iftarlık” meyvelerimiz; birer bardak da su… Balkonda, Adapazarı’na doğru oturmuş, uzaktan gelecek top sesini bekliyoruz!..

Sonradan büyüklerimiz her vesileyle anlatırdı ki, top patlayınca biz, önce su mu, meyve mi, bir tatlı şaşkınlık içine düşermişiz!.. Büyüklerin şefkât hislerini okşayan bu çocuk telaşımızı ben, yine telaştan olacak, pek net hatırlamıyorum. Ama, “karakokulu”nun eşsiz râyihâsını ve serin kuyu suyunun kekremsi lezzetini hiç unutmadım!..

Sonra, Serdivan Köyü’nden Davulcu Mustafa Ağabey’in iftarı müjdeleyen davul sesi gelirdi; sahurda çaldığından farklı bir tarzda vururdu tokmağını, daha hızlı, daha neş’eli… Belki de iftar sevinciyle bize öyle gelirdi…

Gitgide serinleyen gecelerde, bahçede hasırların üstünde, Ramazan mehtâbı altında, cemaatle kıldığımız teravih namazları!.. Yazlık komşumuz Avukat İzzet (Güven) Bey Amca, imâmette; babacığım ise, gür ve içli sesiyle müezzin!

Âh, o âsumânî, çocuk kalbimizi bir hoş eden namazlar! Ay da bizimle birlikte secde ediyordu!..

Çocuklarımıza, torunlarımıza böyle ilk oruç güzellikleri tattırıyor muyuz?.. Gün uzun diye korkmayalım; biraz aç susuz kalmalarının bir zararı yok… Almanlar, gün boyunca su bile içmediğimizi öğrenince “”Nasıl oluyor da ölmüyorsunuz?” derlerdi. Böyle yersiz endişeler, ancak, oruca büsbütün yabancı olanlarda hoş görülebilir…

Yavrularımızın hafıza sandukçelerine, çeyizlik el işi dantelâlar koyar gibi, “gönül işi” ulvî hatıralar yerleştiremez miyiz? Aşırı şefkâtle onları böyle manevî hazinelerden mahrum etmesek, daha iyi olmaz mı?..

 

“TOZLU CAMİİ”

40’lı yılların sonları… Soğuk kış ayları… Adapazarı’nda, üç katlı ahşap evimizin misafir odasındayız… Yatsı namazları kılınmış… Çıtırdayan sac odun sobası; üzerinde demlenen çay…

Aktar Hâfız Yusuf Efendi, ellerini dizlerine vurarak usul tutuyor; çevresindeki zevâta Şevki Bey’in meşhur hicâz şarkısını geçiyor:

Kış geldi, firâk açmadadır sîneme yâre

Vuslat yine mi kaldı güzel, başka bahâre?

Öğrenciler: Babacığım, Rıza Dayım, Terzi Fahri Ağabey… birkaç kişi daha olabilir, geçmiş gün; ve ben, heyetteki tek sâzende (!)… Nereden görüp yaptıysam, üçgen şekilli ahşap bir kutunun bir kenarına sırayla çaktığım inşaat çivilerine döndürerek gerdiğim misinaları tıngırdatıyorum; sözde “kânun” ile refakât ediyorum!.. “Çekirdekten yetişmek” böyle bir şey olmalı (!)…

Hâfız Yusuf Efendi’nin: “Süleyman Bey, bu çocuğu konservatuara ver; fena değil…” gibi teşvikkâr sözlerini hatırlıyorum; insan, hoşuna gideni unutmaz!..

Yıllar sonra öğrendim ki, o tarihte, Hâfız Yusuf Efendi’nin de mezun olduğu “Dar-ül Elhân” çoktan kapanmış, yerine “İstanbul Belediye Konservatuarı” kurulmuş; rahmetli Hoca’nın tavsiye ettiği, o konservatuarmış… O’nun bu arzusu, bir bakıma, 40 yıl sonra, benim “Adapazarı Belediye Konservatuarı”nın kurucu müdürü olmamla gerçekleşti. Rahmetli Bekir Sıdkı Sezgin’in ve pek çok değerli musikî üstadının hocalık yaptığı bu konservatuar ise, politik çekişmelerin ve kültür savaşlarının tozu dumanı içinde ancak iki üç yıl yaşayabildi ve yıkıldı… Bağrımızda bir yaradır!..

Dönelim yine ahşap evimize… Misafir odasının, elişi oyma nakışlı beyaz patiska perdelerle çevrili camları, iyice buğulanmış…

Anacığım kendi yaptığı boza ve “tükenmez”i uzun ince kristal bardaklarla bizlere ikram ediyor… Artık dersin son bölümü: ilâhî ve ezan meşki; külliyen kânunsuz işler!.. Evet… Kur’an, ezan ve musikînin yasak olduğu yıllar!.. Bu günlere kolay gelindiği sanılmasın!..

Hâfız Yusuf Efendi: “Belki bir gün gelir, Ezân-ı Muhammedî (sav) serbest bırakılır; o zamana kadar unutulmasın…” diyerek, her vaktin ezanını, kendi makâmı ve tavrıyla okur, öğretirdi!..

Bu çalışmalar meyvesini verdi, 50’den sonra yasaklar kalktı, Tozlu Camii’nin inşaatına başlandı. Caminin çarşı olacak alt katında teravih namazları Enderûn usulü, her dört rek’atı ayrı ve belirli makamda kılınıyor; cemaat dolup taşıyor; asıl cami katının tamamlanması için açılan serpilere teberru yağıyordu!..

Müezzin mahfelinde ise, bizim “ahşap ev”in tekmil musikî kadrosu, başlarında Hâfız Yusuf Efendi, ara salâvatlarıyla, ilâhîlerle cemaate unutulmaz güzellikler sunuyorlardı!..

Evet… Milletimiz dinine dört elle sarılmış, karanlık baskı yılları geride kalmıştı…

Bari bulayım söyle de sen, derdime çâre

Vuslat yine mi kaldı güzel başka bahâre?

Kış bitmiş, firâk sona ermiş; sînedeki yaralar kapanıp şifâ bulmuş… Artık müjdelenmiş o “cennetâsâ baharların” ilk esintileri tatlı tatlı hissedilmeye başlamıştı… Vuslat, yakındı!..

 

GURBET RAMAZANLARI…

Öyle sanıyorum ki, kısa da olsa Almanya’daki gurbet, içimde hayli uzun duygu titreşimleri hâsıl etmiş… Kırık gönül tanbûrum, kırk yıl boyunca, enînî seslerle hep çınlamış durmuş… Orada, iç içe bin hasretin melâliyle yoğrulan kalbim, Ramazan’ın ve Oruç’un da getirdiği, ötelere ait yumuşatıcı ılık meltemlerle, eski katılığından bir nebze olsun sıyrılmış… Evet, herhalde öyle olmuş; öyle olmuş olmalı!.. Zira, zaman zaman kendimi, hiç tanımadığım bir his dünyası içinde buluyordum.

“Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor!..”

Ayaklarımın yere bastığı o “normal” halime göre, hiç mümkün mü idi, mesela, tenha bir yolda bisikletle işten dönüşte, iftar vakti orucumu açmak için orman kenarında mola verirken, batan güneşle ciddi ciddi sohbet etmek? Veya, hiç akıllı işi miydi, oradaki bir armut ağacıyla selâmlaşıp söyleşmek ve Onun bir “tablacı” gibi her iftarda çimen üzerinde aynı yere bıraktığı bir tek taze “iftarlık” armut için ona teşekkür etmek?..

Ve nihayet; hiç mantıkî görülebilir miydi, tepeden aşağılara doğru uzanan ve küçüle küçüle ufukta kaybolan enerji nakil hattının çelik kulelerinin, hemen ufkun gerisinde, özlediğim kendi şehrimin trafosuna bağlanıverdiğine bayağı bayağı inanmak?..

Bunlar ve daha niceleri, benim için endişe doğuracak derecede mûtat dışı/alışılmadık duygulardı!..

İşin tuhafı bu hissiyatımı yadırgamak bir yana, belki severek kabulleniyordum… Hattâ, işe küçük gurur kırıntıları bile karışmış olabilir…

Sonraları çok düşünmüşümdür “bu hâl neyin nesi?” diye… Çözümüm şu oldu: Gurbet, akşam ve oruç!.. Ve belki bu “üç güzel”e bir de uzlet/yalnızlık ilave edilmeli… Bu dördünü, bin bir gece masallarındaki birbirine sürtülen tılsımlı tüyler gibi, bir araya getirip çatabilen herkes, en az benim kadar duygulanır; adeta başka zamana, başka mekâna ışınlanır!.. Fena mı olur?..

Evet… Oruç, namaz, hac gibi ibadetler, mi’râcî bir ruh tekamülünün nurlu basamaklarıdır!..

Demek ki, endişeye yer yok…

Hem, bir yerde “oruç” varsa, orada ulvîlik vardır; ulvî hüzünler, ulvî neş’eler… yücelikler, güzellikler vardır.!.. Gurbet, uzlet ve akşam; bunlar olsa olsa katalizördür; bu sazın mızrâbıdır… Gerisi, bir hoş-nev!

Ama, asıl zor bir iş o ki, böyle basit coğrafî gurbetlere, günün gamlı saatlerine, topluluktan uzaklaşmalara pek ihtiyaç duymadan; eskilerin “halk içinde, Hak’la beraber” diye özetledikleri gibi, “iç umman’a seferi” normal sığ sularda da gerçekleştirerek, “ışık ülkesi”nin yolcusu olabilmek!.. En üst örneğiyle, bir mağaracıkta, daha doğrusu, bir mağara görünüşünde fakat fezâ genişliğindeki “Nebevî Dersâne”de, dilini damağına yapıştırıp, “yıldızları tesbih tesbih çekerek” kâinatı dolaşabilmek; ötelere, ötelerin ötesine vâsıl olabilmek…

Mağara, Bâtın İlmi’nin Nebevî Dersânesi,

İç Umman’a seferin manevî tersanesi!..

Elbette bu âli mertebeler sadece en büyüklere mahsus!.. Bize düşen, Onların eteğine sarılmak, şefaatlerini dilenmek, vesselâm…