TR EN

Dil Seçin

Ara

Ağustos 2008

post-title

Ağustos 2008, 380

Sevgili dostlar,

Artık yaz aylarında çevre sorunlarını konuşmaya alıştık. Televizyon kanalları da, sağ olsunlar, kamuoyunu bu konuda yeterince hazırlıyorlar. Organik tarım ürünleri, yeşil çevre programları, haber bültenlerinde il il barajların doluluk oranları derken, çevreye ilişkin parametreler etrafımızda giderek sayısal veriler halinde dolaşmaya başladı.

Bu gelişmelere zahiren bakınca, sanki çevreye ilişkin insanın denetim ve kontrolü artmış; çevreden insana gelebilecek zararlar minimuma indirilmiş gibi bir izlenim ediniyor insan. Ama haber bültenlerinin geri kalanına göz gezdirince, başta orman yangınları olmak üzere pek çok çevre felaketi, gazetelerin üçüncü sayfa haberleri gibi âdiyattan oldu.

Küre her geçen yıl biraz daha ısınırken, ona bağlı olarak ekolojik dengeler kayıyor, hayvan türlerinin bir kısmı yok oluyor, bitki örtüsü toprağı terk ediyor. Toprak dahi, rüzgârlarla bulunduğu bölgeyi terk edip, kara parçalarının çölleşmesine yol açıyor. Verimli tarım arazileri birer birer yok oluyor.

Ortada bir “çölleşme” olduğu ayan beyan görünüyor da, bu çölleşmenin dış dünyayla birlikte, iç dünyalardaki karşılığı hakkında neredeyse hiç kimse ağzını açmıyor. Çevre metinlerinde, “bilinçsiz insan uygulamaları” ifadesiyle sıradanlığın koynuna bırakılan insanın ruhî çölleşmesine, ne haber bültenlerinde ne dost sohbetlerinde ne de başka bir yerde yeteri kadar yer verilmiyor. Bahsi dahi edilmiyor. İnsanların bugünlerde kendileriyle ilgili sadece tek bir derdi var; o da aldıkları fazla kilolar! Onu da bir verirlerse, değmeyin keyiflerine...

Francis Fukuyama, daha bir yirmi yıl öncesine kadar Batılı kapitalist dünya düzenine, medeniyetin ulaşacağı nihaî nokta diye övgüler düzüyordu. Bugün geldiğimiz şu yerde, bahsedilen düzenin kâr diye diye bir kanser hücresi gibi çoğalarak tabiat bedenini yatağa düşürdüğüne kendi gözlerimizle şahit olmuş bulunuyoruz.

Meğer Kızılderili Büyük Reis Seattle, 1800’lerde toprağını satın almak isteyen ABD başkanına, “Toprak bizim anamızdır. Ona tüküren, kendi suratına tükürmüş olur” derken ne kadar da haklıymış.

Demek ki, uygarlık-çağdaşlık diyerek böbürlene böbürlene yeryüzünde yürümek de bir yere kadar...

Artık öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, dinle ilgili bütün hakikatler ayan beyan ortaya çıktı. Bundan böyle, insanoğlunun eski zamanlardaki kadar “large” hareket etme lüksü korkarım ki kalmadı. Öyle “modernim, çağdaşım, laikim” nakaratlarıyla zevahiri kurtarmak mümkün değil. İnsanoğlu kendi varoluşuyla ilgili ve Rabbiyle ilişkisine ilişkin çok daha esaslı bir pozisyona geçmek zorunda. Yoksa hayat sahnesinde pek çok maskeyle boy gösterdiğimiz her seferinde, bunun karşılığını eski zamanlara nazaran çok daha acil ve yakıcı olarak yaşayacağız. Bunun kaçarı yok.

 

Hz. Ali demiş: “Ahiret bize yönelip geliyor, dünya arkasını dönmüş gidiyorken, bize yöneleni bırakıp terk edenin peşinden koşmak kadar büyük şaşkınlık olabilir mi?”

Evet, insanoğlu üç dört yüzyıl boyunca bu şaşkınlığı topluluklar halinde yaşadı. Toplum önderleri, gerek kendi içtihatlarıyla, gerek kalabalıkların itmesiyle bir cennet ütopyasının rüyasını gördü. Elinin altındaki otomatik butonlara basarak insanın istediği her şeyi ayağına getirebileceği bir dünya özlemiyle yandı tutuştu.

Ama olmuyor, olmayacak.

Bu dünya, her geçen gün bizi terk ediyor. O sadece bir yol; ve ayağımızın altından geçiriliyor. Yani yürümek istemesek de üzerinden zorla yürütüldüğümüz bir yol şu dünya.

Eğer bu gerçeğin farkında olursak, yola sahip çıkmak yerine, tüm enerjimizi ondan daha güzel geçmeye harcayabiliriz. Bizden istenen de sadece bu!

Bir sonraki ay buluşmak dileğiyle...

Dergideki Yazılar