TR EN

Dil Seçin

Ara

KANT’IN BİR GÜNÜ

Kant’ın hayatını anlatmak isteyen güçlük çeker. Königsberg’in ücra bir sokağında muntazam, boş ve mekanik bir bekâr hayatı yaşamıştır. Şehirdeki büyük saatin sürekli ve hissiz bir şekilde her gün yaptığı vazife ile, hemşerisi Kant’ın hayatının gidişi ararsında bir fark yoktu adeta. Sabahleyin kalkar, kahvesini içer, ders verir, yemek yer, gezintiye çıkar. Her işin belli bir saati vardır. O kadar ki, her gün komşuları Kant’ı, kurşunî dar elbisesini giymiş ve eline kamış bastonunu almış olduğu halde, gezintiye çıktığını görünce, saatin tam üç buçuk olduğunu bilirler ve saatlerini ayar ederler. Bu gezinti, bugün Kant’a nispet edilerek, filozof piyasası adıyla yâd olunan ıhlamur ağaçlı caddede, yaz kış, bir aşağı bir yukarı, sekiz defa yürümekten ibarettir. Yalnız yağmurlu günlerde Kant’ın arkası sıra, ihtiyar hizmetçisi Lampe’nin, elinde bir büyük şemsiye ile, filozofu yağmurdan sakınacak bir şekilde yürüdüğü görülürdü.

 

***

 

SİLAH ÜSTÜNLÜĞÜ

Bir Venedik elçisinin, Yavuz Sultan Selim Han’ın huzuruna kabulünden sonra, “Kılıcı öyle parlıyordu ki yüzünü göremedim” demesi, padişaha arz edilmişti. Cihan padişahı “Paşalarım, bizim kılıcımız parladığı sürece düşmanların başı daima önde olur. Ama Allah korusun, bir kılıç kınına girer de paslanmaya başlarsa, o zaman bu kafalar yavaş yavaş dikleşir ve bir gün bize yukarıdan bakmaya başlar” der.

 

***

 

DİVÂNÜ LÛGATİ’T-TÜRK NASIL BULUNDU?

Dünya üzerinde tek kopyası olan Divânü Lûgati’t-Türk bir rastlantı sonucu, ona sahip çıkan insanlar tarafından bulundu. 1910 yılında İstanbul’un Sahaflar Çarşısı’nda, dönemin soylu ailelerinden bir kadın, kitapçı Burhan Bey’e gelerek, bir el yazması kitap satmak istediğini söyledi. Burhan Bey, hanımdan aldığı bu kitabı doğruca Milli Eğitim Müdürlüğü’ne götürdü. Yetkililere kitabın değerli bir eser olduğunu ve sahibinin otuz sarı lira istediğini söyledi. Milli Eğitim yetkilileri ise, “Ne olduğu belirsiz bir kitaba avuç dolusu para vermeyeceklerini” söyleyerek, kitabı reddettiler. Ancak Burhan Bey, kitabın değerli olduğuna inanmıştı ve kitaptan vazgeçmeye hiç niyeti yoktu. Kitabı bu kez Fatih Millet Kütüphanesi’nin kurucusu ve ilk müdürü Ali Emiri Bey’e götürdü. Ali Emiri, eseri inceledikten sonra kitapçının yüzüne baktı, bu kitabı kesinlikle alacağını ifade etti. Ve kitapçı Burhan Bey’i gitmesin diye kütüphaneye kilitleyip hemen dışarıya koştu. Tanıdık tanımadık herkesten para toplayıp, sonunda tamamını borçlanmış da olsa otuz sarı lirayı denkleştirdi. Belki de kaybolup gidecek bu hazine değerindeki kitabı, böylece önce kültürümüze, sonra da Fatih Millet Kütüphanesi’ne kazandırmış oldu.

 

***

 

BEŞTAŞ’TAN BEŞİKTAŞ’A

Rivayetlere göre Beşiktaş semti adını, Barbaros Hayreddin Paşa’ya borçludur. Çünkü anlatıldığına göre, Barbaros Hayreddin Paşa gemilerini bağlamak için, kıyıya beş taş sütun diktirmiş. Ve bu sütunlardan dolayı da o havaliye Beştaş denilir olmuş. Beştaş adı zamanla Beşiktaş’a dönüşmüş.

Başka bir rivayete göre de, Barbaros bu semte bir rıhtım yaptırtmış. Gemiden karaya adım atarken bu rıhtıma koydurduğu yüksekçe bir taşı basamak edinmiştir ki, o dönemde bu türdeki taşlara beşik (veya eşik) taşı denilirmiş. Beşik taşı adı daha sonra Beşiktaş olarak o semtin de adı olmuştur.