Namaz tesbihatında dikkatimi çekti, Efendimize (asm), salâtü selâm edilirken “elfu elfi...” (bin çarpı bin, yani milyon kere) ifadesinden sonra, ağaçların yaprakları adedince, denizlerin dalgaları sayısınca, yağmurların damlaları adedince salâtü selâm ediyoruz.
Bir, üç, beş değil de böyle hadsiz, hesapsız sayılarda söylenmesi beni düşündürdü. Bu bir sevginin ifadesi olacaksa birkaç kereden ibaret kalmamalıydı elbette.
Bir iyiliği dokunanı ömür boyu unutmayan insana, sevdiği her şeyinin var olma sebebi olan bir zâta minneti, sevgisi hesaba gelir mi? Böyle sevgili bir peygambere gönül dolusu sevgiler rakamların sayılarına sığar mı?
Hele bu sevgi Allah’ın Sevgilisi Peygamberimiz içinse kayda gelir mi? Onu tanıdıkça o sevgi artıp, bu sevgiden çıkan kelimeler de nihayetsizliği dillendirmez mi?
O Sevgili ki, “Levlake levlak” sırrıyla kâinatın Onun hürmetine yaratıldığı, Onun hürmetine maddî ve manevî nimetlerin lütfedildiği bir zâttır.
Bütün âlemin kendisi ile şeref bulduğu, iftihar ettiği bir zâttır. Rahmeten lil-âlemin’dir; çünkü bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Nefes alabiliyorsak, çiçekleri koklayabiliyorsak, güneşle içimizi ısıtıyorsak, yağmurlarla serinliyorsak Onun sayesindedir.
Hem günahkârların da şefaatçisidir O (asm). Dünyada da mahşerde de elimizi O tutar, O bırakmaz.
Mesnevi-i Nuriye’de denildiği gibi: “O Zât-ı Nuranî olmasa idi; kâinat da, insan da, her şey de adem hükmünde kalır; ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı. Binaenaleyh bu kadar garib, acib, güzel kâinat için böyle târifat ve teşrifatçı bir Mürşid-i Harika lazımdır! ‘Eğer bu Zât (asm) olmasa idi kâinat da olmazdı’ mealinde olan Hadis-i Kuds’i şu hakikati tenvir ediyor.”
İmanın olgunluğunu gösteren ölçünün Sevgili Peygamberimizi (asm) her şeyden çok sevmek olması ne kadar anlamlı. O büyük sahabelerin Efendimize hitaben; “Anam, babam, canım.. sana feda olsun yâ Resulallah!” demeleri dünyaları da aşan ne büyük bir söz.
Böyle bir zâta karşı dilden değil, elbette gönülden gelir sözler, selâmlar. Gönül dili karşısında sayılar, rakamlar aciz kalır.
Çünkü o Zât, kendisine tâbi olup, getirdiği hakikatleri tasdik ve iman eden insanların, büyük nimetlere ve rahatlara mazhar olmalarına sebeptir.
İnsanlara en büyük selâmeti ve rahatı bahşeden Resul-i Ekrem’in (asm) getirdiği İlâhî hakikatler, insanlığı dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırır ve en büyük rahata kavuşturur. Buna edilecek teşekkürün de en büyük olması gerekmez mi? Bütün sevdiklerimizi sevebiliyorsak Onun sebebiyle, görüyorsak, geziyorsak, yaşıyorsak, Onun sebebine... Böyleyken bu minnet, bu teşekkür, bu muhabbet, bu aşk sayıya gelir mi?
O zât ki; “...pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-ı âlemin acip muammasını açıyor. Kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev-i beşere: “Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?” diye irâd ettiği, akılları acz ve hayrette bırakan üç suale cevap veriyor...” (Mesnevi-i Nuriye) İnsanın en çok değer verdiği hayatını ve dünyasını, getirdiği hakikatlerle anlamlı kılan O en mükemmel öğretmene kuru bir teşekkür insanı tatmin edebilir mi?
Elbette binler, milyonlar teşekkür az gelir. Bunun içindir ki, Âlemlerin Rabbinin Sevgilisi olan Habibullah Efendimizi (asm) tanıyan zâtlar, yıldızların sayısını, ağaçların yapraklarını, yağmurların tanelerini, mahlûkatın nefeslerinin adetlerini salât ve selâmlarına vesile yapmışlar. ‘Salât’larıyla, yani dualarıyla, Allah’ın dergâhında elçimiz olan Efendimize dua etmişler ve Onun dualarına amin demişler. ‘Selâm’larıyla da, bize Allah’ın (cc) elçisi olarak gelen Peygamberimizin getirdiği hakikatleri kabul etmişler ve onlara itaat sözü vermişler.
Bediüzzaman Hazretleri de 19. Söz’ünde Efendiler Efendisi’ne (asm) böyle salâtü selâm ediyor:
“...Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenâtı adedince milyonlar salât ve milyonlar selâm olsun. Risaleti, Tevrat, İncil ve Zebur’da müjdelenen; nübüvveti irhâsâtla, cinlerin hâtifleriyle, insanlık âleminin evliyalarıyla, beşerin kâhinleriyle müjdelenen; bir işaretiyle ay parçalanan Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenâtı adedince milyonlar salât ve selâm olsun. Davetine ağaçların koşup geldiği, duasıyla yağmurun hemen iniverdiği, sıcaktan korumak için bulutların ona gölge yaptığı, bir ölçek taamıyla yüzlerce insanın doyduğu, parmaklarının arasından üç defa kevser gibi suların çağladığı, onun hürmetine Allah’ın, kertenkeleyi, ceylanı, ağaç kütüğünü, zehirli keçinin kolunu, deveyi, dağı, taşı ve toprağı konuşturduğu, Miraç’ın sahibi ve gözünün asla şaşmadığı o mucize-i kübrâda rüyetullaha mazhar olan Efendimiz ve Şefimiz Muhammed’e, Kur’an’ın bidâyet-i nüzulünden zamanın nihayetine kadar onu okuyan her bir okuyucunun okuduğu her bir kelimenin temevvücât-ı havâiye aynalarında Rahman’ın izniyle temessül eden bütün kelimelerinin bütün harfleri adedince, milyonlar salât ve selâm olsun. Bütün bu salâvatlardan her biri hürmetine bizi mağfiret et, ey İlâhımız, bize merhamet et. Âmin.”
Anlatılır ki, bir derviş Rabbinin nimetlerini, eserlerini düşünüp, oturmuş tesbih çekip hamd ediyormuş. O böyle meşgulken, önünden geçen bir dostunun entarisine bir şeyler koymuş olarak gittiğini görünce meraklanıp sormuş: “Ne götürüyorsun?” diye. Dostu da “Sevdiğime meyve götürüyorum” diye cevaplamış. Derviş, “Kaç tane var orada?” diye tekrar sorunca, dostundan şu harika cevabı almış: “İnsan sevdiğine götürürken sayar mı?”
Bu cevap dervişi çok etkilemiş. Durmuş ve elindeki tesbihi atmış. Her daim hamd eden, tesbih eden, şükreden bir insan olmaya azmetmiş.
Sevgi sayıya gelmez. Sayılar sevgiyi bilmez çünkü.
İnsanın duygu dünyasının sınırları yok. Bedenimiz bir koltuğa sığarken, ruhumuz âlemlere sığamıyor. Midemize bir kap yemek yeterken, isteklerimizin sonu gelmiyor. Zihnimiz ancak bir şeye odaklanırken, merakımız her şeye el atıyor. Gözümüz dünyayı zor görürken, kalbimiz cennetlerin de ötesine meyletmiş.
İnsan böyle maddeyle mânâ arasında, sınırlıyla sınırsız arasında, karanlıkla nur arasında gide gele olgunlaşıyor, kendini ve Rabbini tanıyor.
Kalıplar, ölçüler, sınırlar vs. hayatın yaşanır olması için gerekli iken, iş ruh tarafına gelince, sınırlar, kayıtlar bitiyor, coşkular hayatımıza ayrı bir anlam ve derinlik katıyor. Maddî dünyanın kalıplarından, katılıklarından, his dünyasının şevkiyle kurtulmamızı sağlıyor. İnsanı insan yapan da belki bu maddî sınırların ötesindeki duygu dünyası.
Kalbimde bu duygularla, Efendimize (asm) salâtü selâm getirirken, kalbime bir vesvese geldi. Ağaçların yaprakları adedince salâtü selâm derken, ağaçların o hadsiz sayıdaki yapraklarının sayısını ben bilmiyordum. Bilmediğim, bilemeyeceğim bir sayıda böyle salâtü selâm söylemenin de anlamının olmayacağı şeklinde bir vesveseydi bu. Belli ki şeytan boş durmuyordu.
Elbette ben ağaçların yapraklarının sayısını bilmiyordum, hatta saymaya kalksam bir ağacın yapraklarını bile günlerce sayamazdım herhalde. Bütün ağaçların yaprakları benim için sonsuz denebilecek bir rakamdı. Ancak benim bilmemem bu sayının bilinemeyeceği anlamına da gelemezdi. Çünkü bütün yaprakları, kudretiyle en güzel şekilde yaratan ve onları ağaçlar için çalıştıran Allah (cc), ilmiyle de onların sayısını elbette biliyordu. Yani benim böyle sonsuz sayıdaki yaprakları tesbihime, hamdime, salâtü selâmıma konu edinmem anlamsız olmazdı. Ben Âlemlerin Rabbinin ilmindeki sayıları söylüyordum.
Bu vesveseye cevabı, yine Efendimizin (asm) Cevşen duasında buldum. Efendimiz şöyle yakarıyordu Allah’a (cc): “Yâ men ahsâ külle şey’in adeden” (Ey yerin altından yedi göklere, zerrat âleminden galaksilere, dünyadan ahirete, ezelden ebede kadar geçmiş ve gelecek, olmuş ve olacak her şey her şeyiyle, ilmi ezelîsinde tek tek sayıları belli olan ve belli adedi ve miktarı içinde her şeyi irade ve kudretiyle yaratan Allah (cc))
Efendimizin (asm) bildirdiği gibi, Allah (cc) indinde her şeyin sayısı bellidir. Allah’ın (cc) ilmi her şeyi de, her şeyin sayısını da kuşatmıştır.
İnsanın nefesleri de, ömrünün saniyeleri de, kâinatın zerreleri de, her şeyin her şeyi de sayılıdır ve Allah’ın mutlak ilmindedir.
O’na salâtü selâm getirenlerin, getirdikleri salâtü selâmlar adedince Efendimize salâtü selâmlar olsun. Âmin.