Bir reklam filminden açayım bahsi. Neyin reklamı olduğu bu yazının konusu değil ama “Ford Focus Orchestra” diye google’ladığınızda reklam hakkında esaslı bilgiler çıkıyor. Araç kapısının iç yüzeyi üzerine gitar telleri çekilmiş. Arka amörtisör takımına keman yayları gerilmiş. Egzos ve transmisyon parçalarıyla saksafon ve flüt gibi üflemeli sazlar imal edilmiş. Ön kaputtan davul. Arka kelebek camından arp. Direksiyon milinden bas. Vites kolu, cam sileceği, cant ve tekerlekler de enstrüman detayı olarak kullanılmış. Bunun için bir otomobil parçalanmış. Bu enstrümanları kullanan bir orkestra kurulmuş. Bu orkestra için bir senfoni bestelenmiş. Bestenin final sesini arka camın kırılması tamamlıyor.
Firma, bu reklamla diyor ki: Ürünümüzün “her parçası yeniden yorumlandı.” Sessiz ve dilsiz otomobil parçalarının bir müzik eserini yorumlayabilir olmasıyla yenilik ve incelik mesajını somutlaştırıyor. Ürüne atfettiği önemi ve özeni gözle görülür ve kulakla duyulur kılıyor. Adını tam olarak bilmediğimiz, fonksiyonları üzerinde düşünmediğimiz parçaların uyumunu dinlediğimiz müzik ahengince, gördüğümüz enstrüman uyumunca kanıtlıyor.
Müzik, filmlerde görüntünün ardındaki gizli duygu durumlarını tercüme eder. Hayatta söze dökülemeyen iç çekişlerin, itiraf edilemeyen sevdaların çığlığı olur. Dengenin sesidir müzik. Ölçünün dillenişidir. Duygunun kulağa dokunuşudur. Uyumun seslenişidir. Ahengin zevkle akışıdır. Her bir parçasından müzik enstrümanı yapılabilen bir otomobil, görünür görünmez detaylarında özenle yapıldığını, güzellikle dizayn edildiğini fısıldar bize. Sessizce ikna oluruz firmanın işi bildiğine. Esere itirazımız olamaz. Kusur ya da çatlak aramaya mecalimiz kalmaz. Otomobil parçalarının ahengi sadece bizi mecalsiz ve itirazsız bırakmaz; o parçaları da itirazsız eyler. Her parça, hal diliyle, ustasının elinde itirazsızca yoğrulduğunu anlatmaya koyulur. Parçalarla ustanın eli arasında eşsiz bir uyum var gibidir. Hele de bir müzik enstrümanına dönüşebiliyorsa, değmeyin usta-eser ilişkisinin birebirliğine, pürüzsüzlüğüne... Ürünün her parçası, seslendirdiği müziğin ahengiyle, ustasının ustalığını onaylar: “Nasıl da ustaca yapmışsın beni!” Böylece ustasını onaylamaktan öte gider, tebrik eder. Coşkuyla alkışlar, alkışlar...
Niye reklam filmine daldığıma gelince... Anlatayım. Ben de bu yazıyı on parmağımla yazıyorum: Yani, piyano kullanıyor gibiyim. Piyano da kullanabilir, piyano da yapabilir eşsiz bir ustalık gizli parmak uçlarımda. Şimdi, beynimin kıvrımlarında düşünceler bir gerilip bir gevşiyor: Bir organik gitardan dökülüyor gibi satırlar. Notlar da notalar gibi ahenkle sıralanıyor. Bu arada kızım Zeynep acemice portremi yapmaya çalışıyor. Gözlerimi çiziyor, kirpiklerimi, kaşlarımı, saçlarımı. Onun ruhundan bana, benden onunkine taze bir sevgi üfleniyor her daim: Üflemeli sazlar gibiyiz. Yazıya yoğunlaştığım şu anlarda dev bir orkestra gibi çalışıyorum. Bütün gayretim parmak uçlarıma dökülüyor. Farkında bile olmadan, nefes alıp veriyorum. Her nefes içimde sessiz bir ihya ateşi yakıyor. Bana varlığını hissettirmeden atıyor kalbim. Şu anda, sağlığı sessizliğiyle ölçülen bir hayatın bestesini icra ediyorum: Kalbim bu ahenge tempo tutuyor. Uzunluğu yüzelli bin kilometreye varan damarlarımın her noktasında milyonlarca hücrenin görünmez koreografisi sayesinde diri duruyorum.
Yani. Her parçam bir yaşama orkestrası. Ben ve Ustam. Öylesine uyumluyum ki, sessiz nefeslerimle, ahenkli nabzımla, pürüzsüz bakışımla, sancısız yürüyüşümle bir sone sunuyorum Yaradanım’a.. “Ne güzel görür kılmışsın beni!” diyor gözlerim. “Ne hoş görünür kılmışsın beni!” diyor yüzüm. Bir soneyim ben. Bin alkışım. ‘Usta’mın ustalığını alkışlıyor her hücrem. Yaşamam bir tebriktir beni ihya edene... Kanımın akışınca coşkulu bir tebrik. Sağlığımın sessizliğiyle orantılı sesli bir alkış...
Bu alkışlamaya “tahiyye” deniyor. Mirac diyaloğunun ilk cümlesi tahiyye. Tahiyye; miractaki Peygamber’in (asm) varlığın bu sessiz alkışını nasıl da derinden duyduğunun işaretçisi.
Tahiyye, söze dökemediğimiz, söze döksek de bilincimize taşıramadığımız o suskun tebriklerin kutlu ses bayrağı: “Nasıl bir usta, pek harika bir makineyi derin ilmi ve mucizekâr zekâsıyla yapsa, (...) o makine dahi, o ustanın istediği tarzda, tam tamına, gayet mükemmel olarak arzularını ve harika ince sanatını ve maharet-i ilmiyesini göstermesiyle, kendi ustasını lisan-ı hal ile alkışlar; aynen öyle de, kâinatta bütün zîhayat taifeleri, (...) ustasının, her şeyin her şeyle münasebetini gören ve her şeyin hayatına lâzım bütün şeyleri görüp tam yerinde ona yetiştiren Sâni-i Zülcelâlini, (...) tahiyyelerle alkışlar...”
Hiç olmazsa, bir reklam filmi çağrışımıyla yeryüzündeki dalgın varlığımızı, “Usta”mızı alkışlayan bir tahiyye enstrümanına dönüştürmeye başlayabilir miyiz?