TR EN

Dil Seçin

Ara

Yettim Bre Doğan! / Saklı Tarih Sohbetleri

Saklı Tarih’in, emme basma tulumba gibi, iki yönden de kâr sağladığı bir el çabukluğu numarası vardır:

Bir yandan, geçmişteki bazı hadiseleri bu günün hâkim görüşleriyle değerlendirip işine geldiği gibi çarpıtarak genç nesilleri öz dedelerinden soğutmaya çalışır. Diğer yandan da, kendi hasat usulleriyle geçmişten devşirdiklerini, bir doğrular-yanlışlar salatası halinde, önümüze servis ederek bu günün kıymetli hükümlerini dilediğince biçimlendirmenin yolunu arar!.. Yani, bu günden bakarak geçmişi mahkûm eder; sonra, kötü dediği geçmişi alıp bu güne taşıyarak “vârisleri” üzerindeki sonu gelmez yargılamalarına ve yasaklamalarına bahane ve “delil” olarak kullanır... aslında bu “yumurta-tavuk” misali devr-i daim dolabı, belki en yüksek fayda olarak, tarih boyunca nice zulme, nice ihtilâle meşrûiyet suyu sağladı; “temizlik” gerekçesi pompaladı!.. Saklı Tarih, tarihin her devrini yaşayıp görmüş “esâtiri” ve ölümsüz hüviyetiyle, evrimlerin-devrimlerin yüksek ücretli “akıl hocası” ve avukatı olarak bu dolabın dümeninden hiç ayrılmadı; görevini bu gün de şevkle sürdürüyor!...

Şayet, “tarih” dediğimiz ilim, tahriflere tezyiflere büsbütün kapalı bir “müsbet ilim” olsaydı ve böyle kolayca dövize çevrilebilen pratik bir değer taşımasaydı, uyanık Saklı Tarih, bu mesleği çoktan terk edip gitmiş olmaz mıydı? Keşke öyle olsaydı... O zaman bizler de şeytan taşlamaktan kurtulur, sa’yımıza tavafımıza hız verirdik...

Ama ne yazık ki, zamanımızın “iletişim” imkânları da kötüye kullanılarak, bu ticaret kızışıyor. Pek çok masum genç, ışığa koşan gafil kelebekler misali, bu hasaretli panayırın müşterisi olacak gibi görünüyor!..

Anlaşılan, Mina’daki işimiz bir hayli uzun süreceğe benzer!...

 

YILDIRIM BÂYEZİD HÂN...

Hüdâvendigâr’ın büyük oğlu... Annesi Gülçiçek Hatun... 1360’ta Bursa’da doğdu. Her şehzâde gibi çok iyi eğitim gördü... Esasen, Osmanlı’daki eğitim, günümüzün “test kitabı” veya “soru bankası” gibi acıklı avunmalarına hiç benzemeyen “gerçek” talim ve terbiye idi. Sarayda ise, bu işin elbette en üst seviyede olanı, devrin en büyük âlimleri tarafından, tahammül ötesi bir kesâfette ve göz açtırmaz bir disiplin altında veriliyordu!.. Fukara yarış atlarının çileli hayatı bile, şehzâdelerinkine göre “bir eli yağda, bir eli balda” rahatlığındadır!..

Evet... Yıldırım’lar, Fatih’ler, Yavuz’lar, Abdülhamid’ler... gökten inivermediler!.. Bu konuyu, ayrı bir sayıda uzun uzun incelemeliyiz...

...

Bâyezid Hân, savaşlardaki şaşırtıcı hızı, çabuk ve doğru karar vermesini sağlayan şimşek zekası ve pes etmez bir azimle de güçlenen sarsılmaz cesareti sebebiyle, delikanlı yaşlarından itibaren “Yıldırım” lâkabıyla anılmıştır... 43 yıllık kısa hayatına pek çok zafer sığdırdı... Eh, Yıldırım’lar, Yavuz’lar böyledir; az zamanda büyük işler başarabilirler!...

Timurleng’e mağlup oldu ise de, esir düşene kadar kılıç tutan eli titreyip gevşemedi!...

Zâbitleri hûn içinde gâltân,

Zencîr ile bağlı bir de Sultan!..

Hâmid’in bu renkli ve çarpıcı mağlubiyet tasvirinden sonra, yine onun diliyle içimizi biraz serinletebilirz:

Gâlip sayılır bu yolda mağlup!..

...

Evet... Ankara Savaşı mağlubiyetinin sonuçlarına ve “Fetret Devri”ne de biraz sonra kısaca eğilebiliriz...

 

NİĞBOLU MEYDAN MUHÂREBESİ

Yıldırım Bâyezid Hân’ın peş peşe kazandığı zaferler, başta Osmanlı’nın yeni hedefi haline gelen Macar krallığı olmak üzere, topyekûn Hristiyan âlemini canhıraş bir korkunun ve telaşın içine atmıştı... Bizans kuşatılmıştı!... Bulgaristan bütünüyle Osmanlı mülkü olmuş; Selanik fethedilmiş, böylece Bizans’ın Avrupa’dan yardım alabileceği bir yol daha kesilmişti!.. Papa’nın da teşvikiyle yeniden bir Haçlı ordusu toplandı...

Bakınız bu Hristiyan koalisyonunda kimler var; kimler yok ki?:

Fransa, Almanya, İngiltere, İspanya, Macaristan, Eflak (Romanya), Lehistan (Polonya), Çek, Norveç, İskoç, İtalyan krallıkları, papalık askerleri, Rodos şövalyeleri... Venedikliler ise, Osmanlılarla olan ticarî bağlantılarını kaybetme pahasına, Karadeniz’den Tuna yoluyla bir donanmayı Niğbolu’ya kadar getirip, Niğbolu Kalesi’nin nehirden de kuşatılmasını sağlamışlardı!... Hiç hesaplarında yoktu ama, bu gemiler, savaş sonunda Macar Kralı’nın ve diğer bazı liderlerin kaçış çaresi olacaktı!... Neye niyet, neye kısmet...

Düşününüz; 1396 Nisan’ından tâ Eylül sonuna kadar, Avrupa’nın her köşesinden akıp gelen ordular, kol kol, Niğbolu’ya doğru ilerliyor... Belki, Yıldırım’ın kısmeti olarak toplanıp getiriliyorlar!...

Ama ne hazîndir ki, şimdiden zafer sarhoşu olmuş bu on binlerce silahlı sergerde, geçtiği topraklardaki masum halka, dinine milliyetine pek bakmadan, ezâ cefâ ediyor; bilhassa Ortadoks Hristiyanları ve tabii Müslümanları da, bir vazife ciddiyetiyle kılıçtan geçiriyordu!...

Bugün de, dünyanın pek çok yerinde sözde “düzenli” askerî birliklerin sivil ahâliye revâ gördüğü kanlı muameleler bir daha gösteriyor ki, gerçek Allah inancından uzak kalanlar, har ân birer canavara dönüşebilir ve hemcinsini sudan bahanelerle katledebilir; namusuna paymâm edebilir; malını yağmalayabilir!..

Bu yürek sızlatıcı konu etrafında, az sonra, kısa bir değerlendirme yapabiliriz...

...

Ve nihayet, 130.000 kişilik muazzam Haçlı Ordusu, Niğbolu Ovası’nda bir araya geldi, mevzilendi ve kaleyi kuşattı... Kale kumandanı Doğan Bey haberciler göndererek Sultan’dan imdat istedi!..

Hatırlıyorum; lise tarih kitaplarımızda, Bâyezid Hân’ın haberi alır almaz “yıldırım” hızıyla Niğbolu’ya geldiğini, gece karanlığında düşmana sezdirmeden kale duvarının altına sokularak: “Bre Doğan, bre Doğan!” diye seslendiğini, Doğan Bey’in de Sultanın sesin hemen tanıdığını, ne kadar sevindiğini okur ve bir film sahnesi gibi gözümüzde canlandırarak... Şimdi de böyle mi öğretiliyor, bilemiyorum. Bildiğim, tarih derslerinin bu şekilde, öğrencinin hayal gücüne de hitap edilerek okutulmasının çok sevimli ve faydalı bir yol olacağı... Ayrıca, öğretmenin sesi ve üslubu da çok önemli... Kabataş Lisesi’ndeki tarih hocamız Aziz Bey’i de anmadan geçmeyelim. Kendine has tatlı doğu şivesiyle Orta Asya Göçleri’ni anlatmaya şöyle başlardı: “Tekerlekler döndü... göç, başladı!..” ...Ne kadar görüntülü ve büyülü bir dil, değil mi... Nur içinde yatsın!..

Evet... Şöyle veya böyle... Ama neticede Sultan Yıldırım Bâyezid Hân Gâzi, hem Doğan Bey’e, hem Evlâd-ı Fâtihân’ın o ilk çilekeş Alperen Gâzilerine hem de her dinden ve milletten Rumeli ve Avrupa’nın mazlum kavimlerine şöyle seslenmiş oldu: “Yettim, yetiştim!.. Kılıcımın gölgesinde hepiniz emniyet ve saadet içindesiniz... Gayri bundan böyle, sizler için korku ve tasa yoktur!..”

Aslında, Haçlıların Niğbolu Kalesi’ni kuşatması, Bâyezid Hân’ı oraya çekmek için; bu yüzden kaleyi düşürmeye çalışmıyorlar... Büyük bir “nefs itimadı” içinde, Yıldırım’ı kolayca yendikten sonra Anadolu’yu boydan boya çiğneyerek Kudüs’e ulaşma hayalleri kuruyorlar... İçip eğlenerek üç hafta oyalanıyorlar; bu süre de Yıldırım’a yetiyor; İstanbul muhasarasında geri çağırdığı ordunun büyük kısmı ile Edirne’de buluşarak sür’atle Niğbolu Ovası’na gelip mevzileniyor!..

Fransız Şövalyelerinin ve asilzâdelerinin kumandanı Korkusuz Jan!.. İlk darbeyi vurarak zaferde en büyük şeref payını alma peşinde!.. Macar Kralı Sigismund ise, tecrübeli; Osmanlının harp taktiklerini biliyor; Jan’a tavsiyelerde ikazlarda bulunuyor, ama nafile... Korkusuz Jan, biraz da bilgisizliğinden, toyluğundan ötürü korkusuz!.. Eskilerin “cesaret-i câhilâne” dediği boş bir gözü karalıkla, boruları çaldırıyor; zırhlı şövalyeleriyle Niğbolu Ovası’nı titreterek Osmanlı saflarına saldırıyor!..

Osmanlı Ordusu, her zamanki gibi, merkezde Sultan ve yeniçeriler; sağ kanat, Şehzâde Emir Süleyman ve Rumeli birlikleri; sol kanat, Şehzâde Mustafa Çelebi kumandasında Anadolu askeri... Toplam, 60.000 kadar... En ön safta ise, Kosova’dakine benzer, hafif piyademiz yer alıyor... Fransızların atları da, zırhlı şövalyelerinin önünden kaçan piyade Azap askerleri de, çok zâyiat veriyor; fakat düşmanı içlere doğru, okçuların ve yeniçerilerin mevzilendiği saflara doğru çekiyorlardı... Bir teknik harika olan Osmanlı yaylarının fırlattığı şimşek hızlı oklarla perişan olan Fransızlar, son gayretle saldırdılar... Ancak bu defa da, hilâl şeklinde açılan ve sonra geriden kapanarak bir ölüm çemberi haline gelen Osmanlı Ordusunca 3 saat içinde imha edildiler... Jan, esir düştü...

Fransızların akıbetini gören Eflak Prensi ve Hırvat Kralı, “Selâmet der Kenârest!..” diyerek askerlerini toparlayıp alelacele ülkelerine kaçtılar!..

 

İKİNCİ YARI...

Buraya kadarı, işin zor olan ilk devresi... Savaşın ikinci yarısında ise, Yıldırım Bâyezid Hân, Macar Kralı komutasındaki kalabalık birlikler üzerine bir “umûmî taarruz/genel hücum” başlattı... 130.000 kişilik Haçlı Ordusu’nun 100.000 kadarı imha edildi. Geri kalanı esir... Çok azı kaçabildi...

Macar Kralı, Alman kontları ve Rodos Şövalyelerinin reisi, Tuna’da bekleyen Venedik kadırgasıyla kaçmayı “başardı”!.. Böyle “başarı”ları Saklı Tarih pek alkışlar; bu, onun sinsi ve korkak tabiatının iktizası... Milletçe bizim ölçülerimiz ise, biraz farklı galiba... Mesela, yukarıda Korkusuz Jan için, fazlaca atılgan, hesapsız, tedbirsiz filan demiştik. Gıybetini yaptık... Aslında Jan’ın bu vasıfları, Sultan Yıldırım Bâyezid’in ve onunla birlikte bütün Rumeli, Anadolu ve İslâm Âlemindeki masum halkın bir nasibi, bir necat vesilesi olmuştur. Zira, Jan “korkusuz” olmasaydı ve Niğbolu Savaşı’nı kazanamasaydık, gözü dönmüş Haçlı sürüleri, muhtemelen daha da büyüyüp çoğalarak Mübarek Anadolu’yu kirli ayaklarıyla ezecek, Mukaddes Beldeler’e kadar bir zulüm seylâbı halinde akacak ve Ön Asya ve Ortadoğu coğrafyasını kana bulayacaktı!.. Gerçi, öyle olmayacağı için böyle oldu; ama yine de içimizde Korkusuz Jan’a karşı bir takdir, bir şükran duygusu hissediyoruz sanki...

Ayrıca Jan, elinde kılıç, yaralı ve hırçın bir aslan gibi savaşırken gâzilerimizce, öldürmemeye de özen gösterilerek, güç bela yakalanıyor... Bu bakımdan, ondan beş-altı yıl sonra, benzer şekilde Timur’a esir düşecek olan Yıldırım Sultanımızla bir kader ve karakter aynîliği içinde... Bize benzeyeni hissî olarak biraz kayırıyor olabiliriz belki... Ama bütün bu yönlerden baktığımızda, yiğidin hakkını teslim ederek Fransız asilzâdesi Korkusuz Jan için de diyemez miyiz;

Galip sayılır bu yolda mağlup!..