TR EN

Dil Seçin

Ara

Kapılar Açılırken / Saklı Tarih Sohbetleri

Osmanlı, her yönüyle bir “zarâfet”devletidir!.. Zarâfet ise, basit kibarlık manasının çok üstünde, ilmi de aşmış bir derin seziş gücüne dayanan; bütün kabalıkları, ucuzlukları ve hantallıkları reddeden; gerçek güzelin ve güzelliğin arayıcısı ve erdiricisi bir ruh yüceliği olsa gerek...

Osmanlı dedelerimizin kıyafeti, lisânı, yazısı, mimârisi, musikîsi... yemesi içmesi, oturup kalkması, sevinci öfkesi, savaşması sevişmesi... hâsılı, hayatı ve ölümü zariftir!

Böyle üst seviyede bir medeniyetin kökü ve özsuyu ise, elbette, beşerin erişebileceği bütün güzelliklerin ve ulvîliklerin menbaı ve kefili olan “Dîn-i Mübhin-i İslâm”dır!

“Rabbimiz güzeldir, güzeli sever!..” Efendimiz Aleyhisselâm, yaratılmışların en şereflisi, en merhametlisi, en güzeli ve en zarîfidir!

Bizler içinse bu iş, “Boyandım rengine, solmazam artık!..” sırrıyla bir intisâp, bir bağlanış, bir tâbi oluş ve sevdiğinde eriyiş, ona kendi çapında benzemeye özeniş cehdi olmalı!.. Tekâmülün, inkişafın, gerçek ileriliğin ve “modernliğin” de tek yolu ve çaresi budur!..

...

Saklı Tarih’e inat yine söylemeliyiz ki, bizim bütün zaferlerimiz, kalelerin yıkılmasıyla, orduların yenilmesiyle, “kırat köpüğü ve düşman kanıyla” falan değil; bütün bu basit temizlik işinin ötesinde asıl, kalplerin gönüllerin teshîr ve fethiyle elde edilmiştir! Her şeyden önce ”zarâfetimizle” kapıları bir çilingir ustalığıyla, sadece bir “tık” sesiyle ardına kadar açıvermişiz... Talip olduğumuz dilberi, güzelliğimizle faziletimizle kendimize âşık ederek kazanmışız!

Hoyrat Saklı Tarih’in kıskandığı, çekemediği asıl meziyetimiz bu olsa gerek!.. Ne yapalım, canı sağ olsun; hem, ondan vazgeçemeyiz... Zira, o bizim “rüzgarımız ve hızımızdır!”

 

I. KOSOVA ZAFERİMİZ...

20 Haziran 1389... Sultan Murad-ı Evvel’in iki cihan zaferi kazanarak murâdına ermesi!

...

Kosova sahrasında olan biteni, yağlı boya savaş tabloları halinde seyredelim; satır aralarında da Osmanlı Dedelerimizin başarı sırlarından birkaçını çözüp anlamaya çalışalım...

Rakibimiz Sırp, Bulgar, Macar, Rumen vs müttefik Haçlı Ordusu... Sayıları 100.000’i buluyor; mızraklardan bir orman!.. Süvari birlikleri tepeden tırnağa zırhlı; atlar da zırhlı!.. Üstelik, atların aralarına zincirler gerilerek önüne çıkanı sürüyüp yerle bir edecek bir “ölüm hattı” teşkil edilmiş!.. Ortaçağ Haçlı Seferlerinin kanlı gelenekleriyle eğitilerek yetiştirilmiş bu usta şövalyeler, bilimkurgu filmlerinin korkunç “Saylonlu Robotları” gibi o zamanın yenilmez “süper gücü”... Ayrıca, gerilerde, Roma Lejyoneri özentili, kılıçlı kalkanlı sayısız piyâde alayı!..

Merkezde, yüksekçe bir yerde, süslü atlar üzerinde Sırp Despotu Lazar, kumandanları ve muhâfız taburları... Sağ kanat, sol kanat kolorduları... Çeşit çeşit renkli flamalar, bayraklar... Bir zafer karnavalı görüntüsü...

...

Osmanlı Ordusunun ön saflarında ise, günlük kıyafetleriyle, ellerinde mızrak, balta, tırpan gibi basit silahlarıyla atsız, zırhsız 10.000 kadar “gönüllü” yer almış... Şehâdete hazır olmanın mütevekkil azameti içinde!..

Bu gönüllü fedailerin gerisinde ise, pek göze çarpmayan, dizgin kasmış atlı birliklerimiz!..

Merkezde Padişah, Sadrazam Çandarlı Ali Paşa ve yeniçeriler... Sol kanatta Şehzâde Yakup ve Rumeli kuvvetleri... Sağ kanatta ise, Şehzâde Bayezit kumandasında Anadolu kuvvetleri... Ordumuzun tamamı, gönüllülerle birlikte 60.000 kişi... Sabah namazları kılınmış, helâlleşilmiş, eller kılıç kabzalarında, gözler düşmana çivilenmiş ve dudaklarda dua ve tesbih kıpırtıları...

...

Gün iyice aydınlandı... Trampetler vuruldu, borular çalındı; Haçlı Süvarisinin amansız hücumu başladı... İri Avrupa atlarının kalın güçlü ayakları Kosova ovasını titretmede... Birbiri içine giren iki ordu; yaya gönüllülerimize saldıran zırhlı şövalyeler!.. Toz, duman, kıyâmet... Nâra, tekbir, at kişnemeleri... İki saat içinde, meydan, binlerce şehidimizin mübârek vücutlarının serildiği bir kanlı tarlaya döndü!.. Haçlılarda ise, pek az bir zayiat!

Ancak, iş pek de göründüğü gibi değildi. Hantal ve yorgun atlar, şehitlerimizin cenazeleri arasında adım atamaz hale gelmişti. Manevra kabiliyetini kaybetmiş bu katanaların üzerinde, yükselen Haziran güneşinin iyice kızdırdığı ağır zırhlar içinde peşin bir cehennem azabıyla bunalmış on binlerce fukara şövalye, bitkin ve şaşkın bekleşiyorlardı.

Aslında, savaş bitmiş sayılırdı; gönüllü şehitlerimiz, namlı Haçlı Ordusunu çoktan dize getirmiş, harbi de cenneti de kazanıvermişlerdi...

“Galip sayılır bu yolda mağlup!..”

...

Artık, gerisi kolay...

Kösler vuruldu; mehter hücum marşı çaldı!..

Ceylan gibi zarif atlar üstünde, bembeyaz sarıklı, tire bezi tiril tiril gömlek ve Bursa ipeği şalvar giymiş cengâverlerimiz, şimşek hızıyla gazâ meydanına daldı!.. Silahları, uzun saplı “bozdoğan” ile “kılçık hançer”den ibaret... Bozdoğan denilen, topuzu fazla iri olmayan bu hafif gürzler, sapının çok uzun olması sebebiyle büyük bir hızla zırhların baş, omuz, göğüs gibi hassas kısımlarına çarpıyor, çökertiyordu!.. Hareketsiz kalan zırhlı katanaların üzerine panter gibi sıçrayıveren atlet yapılı çevik yiğitlerimiz, ince uzun hançerlerini şövalyelerin zırhlarının meşinden yapılmış oynak yerlerine daldırarak hasımlarını kolayca safdışı bırakıyorlardı!..

Piyadeler arası çarpışmalarda ise, Osmanlının “çifte su verilmiş” eğri, ince ve uzun kılıcı, yıldırımdan kavisler çizerek, Haçlıların Roma’dan kalma o düz, kalın ve ağır kılıçlarına karşı elbette galip gelecekti!..

Evet... Hem hız, sadelik, hafiflik; ama aynı zamanda incelik, mükemmellik ve tesirlilik... Pek çok birbirine zıt unsurun te’lifi zorluğundaki bu maddî “beyin ve bilek” gücü, bütün imkânların seferber edilmesiyle en üst seviyede sağlanmalı; bu bir “gerek şart”tır. Ancak, “kıt’alararası füze” değerindeki asıl zafer silahı, “yürek gücü”dür. Karşı konulamaz bu muazzam güç ise, haklının ve Hakk’a inananın, O’na dayananın elinde ve inhisârındadır!..

...

Sekiz saat içinde Haçlı koalisyonunun 100.000 kişilik ordusu imha edildi... Artık, Rumeli Diyârının bütün kapıları, ardına kadar Osmanlı’ya açılmıştı... Beş buçuk asır sürecek olan merhamet, adalet ve “zarâfet” devri başlıyordu!..

Açılan bir başka kapı ise, savaştan sonra meydanı teftiş sırasında, yaralı bir Sırp subayı tarafından şehit edilen Murat Hüdâvendigar’a ve bütün şühedâya açılan cennet kapılarıydı... Rabbimizden zaferle birlikte şehâdet dilemişlerdi; dualarına ayniyle cevap verildi!..

Dîdâr-ı Fahr-i Âlemi görmekti arzusu,

Gark-ı huşû’ çıktı Huzûr-ı Risâlete...

Ervâh’a pîşdâr olarak girdi Cennete!..

 

“CANIM FEDÂ OLSUN SENİN YOLUNA...”

Sultan Murat, milletinden 10.000 şehit istedi; milleti de “lebbeyk” diyerek bu isteğini hemen yerine getirdi!.. Demek, lezzetli bir hayata ermek için ölümü istihkar etmek gerek!.. Böyle bulutlar üstü bir inanç ve güven yüksekliği ihrâz edebilmiş milletlerdir ki, tarihin şeref kürsüsündedir; sadece ve daima onlar!..

Aslında bu “peşin kurban verip zafer elde etme” taktiği, dıştan kaba bir nazarla bakıldığında, sadece Osmanlı’nın bir buluşu gibi görünmüyor. Mesela, Cengiz de 100.000 kişiyi ordusunun önünde etten bir kalkan gibi kullandı!.. Ama onlar “kendi gönüllüleri” değil, bir önceki harpte ele geçirdiği zavallı sivil esirlerdi. Onlara acıyıp kılıç çekemeyen yeni şehirlerin ve ülkelerin insaflı insanları da kolayca, Cengiz’in esiri oluverdi!.. Bu “zulüm zinciri” kanlı izlerle uzayıp gitti ve tarihin bir bölümünü kirletti!..

Yakın bir misâl; Çanakkale’de Anzak denilen Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada gibi İngiliz ve Fransız sömürgelerinden toplanıp getirilen askerler “ucuz yem” olarak üstümüze saldırtıldı!..

O garipçikleri mecburen süngümüzün ucuna takıp sahile sürdüğümüzde, Haçlı zırhlılarından açılan “karışık” ateşle hem Mehmetçiğimizin hem de Anzak askerlerinin genç vücutları Gelibolu topraklarına karıştı, gitti!.. Âlîcenap milletimiz, Anzakları mazur görmüştür; hatta hiç ayırmadan, savaştığı hasımlarının hiçbirine kin beslememiştir. Bu hususta milletçe, belki safdillik derecesinde bir müsamaha sahibiyiz. Bu da, inanan insanların “yaratılmışı hoşgör!” şeklindeki Yunus’ça bir haslettir; ne güzel bir haslet!..

Şimdilerde ise, “paralı asker” tedarikiyle benzer “kolaylıklara” şahit oluyoruz. Ne var ki, bu ücretli “ölüm işçileri”, bir “iş kazasına” falan uğramamak için her tedbiri almakta, kımıldayan her noktaya teknoloji harikası silahlarını pervasızca boşaltmakta; çoluk çocuk, yaşlı, kadın demeden rezil bir katliam, sözde medenî dünyanın umursamaz boş bakışları önünde sürüp gitmektedir!.. “Tek dişi kalmış canavar”ın iğrenç ve müstehzi ulumaları, mazlumların acı feryadını örtüp bastırıyor... Kulaklar sağırlaşmış!..

...

Kosova’nın bu diğerleriyle olan farkını Saklı Tarih gamsızının anlamasını beklemiyoruz elbette; kendi aramızda dertleşiyoruz işte...

Ben maceramı kendim anar, kendim ağlarım

Gâh âsiyâb-ı âba bakar, gâh dîdeme!..

 

“TÜFENK İCÂD OLDU...”

Kosova’nın ve diğer zaferlerimizin kazanılmasında göze çarpan bir husus, “silah üstünlüğü”dür!..

Başarıyı tek başına maddî fâikiyete dayandırma kolaycılığı, Saklı Tarih’in üzerimize üfleyegeldiği bir vesvese... Ancak, “vatan, millet...” edebiyatı ucuzluğu da aynı Saklı Tarih’in bir başka desisesidir. Demek, bu işte de bir denge, bir “çifte kanat” inceliği olmalı...

“Deveni hem bağla, hem tevekkül et..” sırrı...

Osmanlı’dan önce de “At, avrat, pusat” formülüyle, silahını ve harp vasıtası da olan atını, eşi gibi namusu sayan an’anevî hassasiyetlerimiz var!.. İlk Müslüman atalarımız, Selçuklular ve diğer büyük devletlerimizin sultanları, her sahada ve bilhassa silahta, elde edilebilecek en ileri seviyeye erişmeyi ibadet saymışlardır!.. Zira, asıl referansları, ilgili ayet ve hadis-i şeriflerdir!..

Bu iş, Osmanlı’da rekorlaştı; böylece Osmanlı 400 yıl boyunca birincilik kürsüsünden inmedi!..

Evet... Osmanlı, ilk mükemmel tüfeği icâd etti, imâl etti ve “Tüfenkhane-i Âmire”de her parçası ayrı bir usta tarafından yapılarak ilk defa “seri imalat” metodu ile çoğalttı!..

Rumeli fetihlerimizde Osmanlı tüfeğinin büyük rolü olmuştur... Murat Hüdâvendigâr’dan hemen sonra, 1420’lerden itibaren tüfek, okun yayın yerini almaya başladı... Köroğlu’na sorarsanız, “mertlik bozuldu!..” diyecektir... Saklı Tarih ise, böyle bahislerde elleriyle gözünü, kulağını ve ağzını sımsıkı kapamaktan başka çare bulamaz!..

Yine Osmanlı, ilk “şâhi”leri döktü; Bizansın köhne surlarını bütün köhnemiş zihniyetlerle birlikte yıktı, temizledi!.. Tüfeğimizin değil ama, Şâhi’lerimizin sesini Saklı Tarih bile duymazlıktan gelemedi!..

Çaldıran’da, bir meydan savaşında ilk defa “sahra topu” kullanan Yavuz Selim Hân, Şah İsmail’i ve onun “göçebe atlı birliği efsanesini” yerle bir etti. Aynı sahra toplarıyla Tîh Çölü’nü geçti, Mukattam Dağı’nı aştı ve Tomanbay’ın Avrupa yapısı demode “çakılı” toplarının gerisine dolanarak, o topların tek atış bile yapmasına fırsat vermeden Memlûk’ları çağın dışına itti!..

Preveze’de Barbaros Hayrettin Paşa, küçük fakat hızlı gemileriyle ve “Tophane-i Âmire” markalı ince, uzun menzilli ve seri atışlı enfes toplarıyla Andrea Doria’nın eski tip hantal kalyonlarını bir atış talimi kolaylığıyla perişan etti...

 

YA SONRA?..

Bu, “kendi silahını kendin yap...” devri sona erince, Osmanlı artık sadece mevcut gücünü ve sınırlarını koruma pasifliğine mahkûm olmuştur. Ne var ki, önce “hilali bedreyleyen” felek, sonra “bedri hilal eyleyecek”, büyüyemeyen küçülecektir!.. “Navarin” hengâmında hâlâ “yelkenleri atlastan...” gemiler inşa edebilen Osmanlı, Sultan Aziz devrine gelindiğinde, ne yazık ki, sadece “tonilâto” bakımından sözde dünya ikincisi, hızı düşük, toplarının menzili kısa, fersûde Avrupa yapısı gemilerden ibaret göstermelik bir donanma ile avunmaktadır... Preveze, tersine dönmüş!.. Vagon dolusu altın ile satın alınmış bu salapurya donanma, üstelik, “istim üstünde kalmak” için Zonguldak’ın tekmil kömürünü tüketmede, personel ve bakım giderleri için yine vagonlar dolusu para yutmaktadır... Zehî gaflet!.. Neyse ki, Abdülhamit Hân’ın basiretiyle, bu donanma Haliç’e demirlendi, topları sökülüp Çanakkale’ye taşındı, “Çelik Tabyalar” halinde mevzilendirildi... Gemi üzerindeyken kısa menzilleri sebebiyle “hükmen mağlup” bu toplar, Gelibolu tepelerinde mevzilenince birden değerleniverdi. Zira, artık Gelibolu, yarımada büyüklüğünde muazzam bir savaş gemisine dönüşmüş oldu!..

Bu Çelik Tabya’ların denizden tahribi de imkânsız olduğundan “kara savaşlarına” mecbur kalan düşman, süngümüz karşısında o işi de becerememiş, fakat, yukarıda temas ettiğimiz “ucuz yeni” gaddarlığıyla 250.000 pırıl pırıl gencimizi şehit ederek defolup gitmiştir!.. Geride “Çanakkale içinde aynalı çarşı”yı bırakarak... “Oooof gençliğim eyvah!..”

...

İstiklâl Harbimizde ise, top mermisini ciğerparesi yavrusundan daha değerli görerek, bebeğinden sıyırdığı battaniyeyi ona sarmalayan fedakâr Anadolu anası, şurada sayfalarca kem küm ederek izaha uğraştığımız mes’eleleri bir çırpıda, belki bir damla gözyaşıyla hepimize öğretiyor, ders veriyor!..

...

Bir “nesep sahihliği” hassasiyetiyle, kendi maddî ve manevî silahlarımızı “yüzde yüz” kendi elimizle ve en ileri ilim ve irfan şahlanışlarıyla imâl ve inşa edebildiğimiz gün, bahtımız aydınlanacak ve hilalimiz yeniden bedre meyledecek. Kosova’lara, Niğbolu’lara, Varna’lara bedel, cihanın gidilemez zannedilen her ücra köşesinde ilim ve gönül cengâveri yiğitlerimiz, “nûr”dan “bozdoğan”larını savurarak cehil zırhlarını çökertecek ve inkâr şövalyelerini alaşağı edecektir!.. Çok şükür, şimdiden peşpeşe zafer müjdeleri gelmekte.

Evet... Kudretli, izzetli, şevketli bir istikbâl bizleri beklemekte. Yeter ki, şu iyice yaklaşan “cennetâsa” bahar ikliminin şevkiyle şevklenelim, yepyeni türküler besteleyelim ve “en gür sedâ” ile ihtiyar dünyamıza dinletmeye hazırlanalım...

“Haydi biraz hızlıca, menzil uzak değildir!..”