TR EN

Dil Seçin

Ara

Gelin Canlar Bir Olalım! / Saklı Tarih Sohbetleri

Anadolu’nun yamalı bohça gibi bölük pörçük ve herbiri kendi başına buyruk Beylikler “kesret”inden kurtarılarak tek bir sancak altında bir “vahdet” kıvamına erdirilmesi, Osmanlı Sultanlarımızın ilk ve en büyük ideali olmuştur. Bu, dâvâların dâvâsıdır; hayat-memat mes’elesidir!..

Anadolu Birliği, Osman Gazi’den tâ Fatih Sultanımıza kadar tam yedi padişahın beşer tâkâtinin üstünde çırpınışlarıyla 180 yılda tam olarak te’sis edilebildi!..

Bu muhteşem “mega strüktür”ün kurulabilmesi için, elbette, bir düzenli arı kolonisi halinde liderlerinin çevresinde pervane olan çiftçisi, esnafı, tüccarı, gazisi ve şehidiyle en az 70 milyon vatan evlâdının da teri, kanı ve göz nuru gerekmiştir!..

Ve ayrıca, bu hizmetin ortaya koyduğu maddi karakterli “beyin ve bilek gücü”nü, bir “çifte kanat” kıymetiyle, mânâ planında bütünleyen, dengeleyen ve uçuran “yürek gücü”nü temsilen de, 70 bin âlim, mürşit ve velî’nin duası ve himmeti, devlet binasının kalbini ve ruhunu teşkil etmiştir!..

Yesevî’den Hacı Bektaş’a, Yunus’tan Mevlânâ’ya kadar gönül ordularının şanlı kumandanları, “Gelin canlar bir olalım…” veya “Gel, gel… kim olursan ol, yine gel!..” davetleriyle önce kalpleri ve sonra elleri birleştirip kenetlemiş, böylece, “İ’lâ-yı kelimetullah” dâvâsının sancağı Anadolu ve Rumeli ufuklarında “şafaklar gibi” dalgalanmıştır!..

Evet… Devlet, böyle ulvî bir dâvânın hizmetkârı olabilirse, ismi “Devlet-i Âliye” olur; başkentine “Der Saâdet” denir ve İki Cihan Sultanı’nın bendesi olmakla, O’nun ayak izini tâcında taşımakla ve o kadem’e yüzünü sürmekle şereflenen hükümdarlara kavuşabilir!.. Evet… “Gül-i gülzâr-ı nübüvvet, O kadem sahibidir!..”

 

Ne zannediliyor?! Böyle âsumanî yükseklikleri hedefleyen “seren direkleri”ne sahip olmadan, kuru bir bilim ve kaba bir ekonomik güç ile “devlet” denilen gemi, beşeriyeti alıp saâdet sahillerine, şefkat körfezlerine, merhamet limanlarına ulaştırabilir mi? Teknoloji ve para, tek başına, ancak korsan gemilerinin kurukafalı siyah bayraklarını uçuşturmaya yetecek rüzgârı sağlayabilir!..

İşte bakın!.. Azalır gibi olan, yön değiştiren fakat bir türlü kesilmeyen şu “inkâr-ı ulûhiyet” fırtınası, korsanların yelkenlerini şişirmiş!.. Bir gözü gerçeklere kör ve kapalı ve bir eli hep almaktan çolak ve çelik kancalı korkunç haydutlar, kanlı küpeştelerinde, mazlûm insanlığı ürperten nârâlarını pervasızca savurmakta!..

Uzun söze ne hâcet… Tâlip olduğumuz ve vazgeçemeyeceğimiz “birlik”, elbette akbabaların, sırtlanların… en hafifinden yeme üşüşen ve yem bitince uçuşup dağılıveren açıkgöz serçelerin birliği değil!.. Belki, Yunus’umuzun “zehirle pişmiş aşına” diz çöküp kaşık sallayanların birliği!..

 

ANKARA SAVAŞI VE FETRET DEVRİ

Yıldırım Bâyezid Sultanımız, şehzâdelerini, paşalarını ve akıncı beylerini sultanca organize ederek, en hızlı vasıtanın “at” olduğu bir devirde sanki “tayy-i mekân” sırrıyla mülkün her köşesine “yıldırım” gibi yetişerek, bir yandan Candaroğlu, Germiyan, Saruhan, Menteşe, Aydın, Hamitoğlu, Karamanoğlu… gibi pek çok beylikle mücadele ederek “Anadolu Birliği”ni taş taş inşa ederken, diğer yandan da Rumeli fütuhâtını büyük bir hızla yürütüyordu…Yeni diyarlara Osmanlı İdarî Teşkilatını, ümranı, adaleti ve huzuru getirerek şehirlerle birlikte gönülleri de fethediyordu… Tersaneler kuruyor, Akdeniz’e açılıyor; Ceneviz ve Venedik baskısını kırmaya çalışıyordu…

Bunlar yetmezmiş gibi ara yerde “ur” gibi kalan Bizans’ı kontrol ve muhâsara altında tutması gerekiyordu. Zira Bizans, cihânın en dinamik ve netameli bölgesinde 17 uzun asırdır hayat sürdürebilmiş, yaşamak için her yolu bilen, yedi canlı ve elbette üzerine gelen için çok tehlikeli, çetin bir devletti!.. Küçük ama çok zehirli bir “engerek!..” Politik ustalıklarıyla 150 yıl boyunca Osmanlı’ya rahat yüzü göstermemiştir!..

Evet… Yıldırım, Anadolu Birliği’ni büyük ölçüde tamamladı, Rumeli sınırlarını genişletti… Bizans’ı dört kere kuşattı, Anadolu Hisarı’nı inşa ettirdi… Son kuşatmasında Bizans tam pes edecekken, Doğu’dan gelen Timur tehlikesi bütün planlarını alt üst etti…

Aslında, Timur ve Yıldırım “küffara karşı” ittifak çareleri aramışlarsa da, kendilerine iltihak etmiş bazı Beylerin tahrikiyle, ifsat ve dedikodu kazanı köpürtüldü ve iki sultanın arası gitgide soğudu, sertleşti!.. Muzır mâniler…

“İttihad-ı İslâm” idealinin gerçekleşmesi için Yavuz’a kadar yüz yıl daha zaman gerekiyordu; şartlar henüz olgunlaşmamıştı!.. Erken bir “ya sen, ya ben!..” iddiası, nefsî olmaya yakındı; “vahdet”e değil, ihtilâf ve tefrîkaya sebepti!.. Ah, ne olurdu… Yıldırım’ın ve Timur’un birer Akşemseddin’i, birer Kemâlpaşazâdesi olsaydı!.. Ancak, onlar “Vakt erişti hefte vü eyyâm ile” sırrıyla vâde tamam olunca, tam da vaktinde geleceklerdi; yani, gönderileceklerdi!

Gerisi; 28 Temmuz 1402’de Timur’un 160.000, Yıldırım’ın 80.000 kişilik ordularının birbirini kırması!.. Onbinlerce şehit, yaralı, esir… Peşinden, yanan şehirler, yıkılan nice hânümân… Azim bir felâket!..

Yıldırım Hân’ın esareti ve 9 Mart 1403’te vefâtı!.. Anadolu Beyliklerinin, yere dökülen cıva gibi, taneciklere ayrılması… Şehzâdelerin taht mücadelesi… Fetret Devri!..

Sil baştan; yüz yıllık emeğin boşa gider gibi olması… “Gibi” diyoruz; çünkü emekler büsbütün boşa gitmemişti…

 

DOĞRULUŞ, DİRİLİŞ… VE YOLA DEVAM!..

İstirahat için dağılmış bir taburun, bir “toplan!” borusuyla tekrar ve kolayca eski düzenine girivermesi gibi, Çelebi Mehmed’in padişahlığı ile Osmanlı’nın merkezî otoritesi 11 sene gibi kısa bir zamanda yeniden teessüs etmiştir!…

Birliğin devamı ve taht kavgalarının önlenmesi için o günün zor şartlarında uygun görülmüş, ama sonradan çok tartışılacak olan “kardeş katli” seçeneğine karar verilmiştir!.. Neyse ki, Yıldırım Bâyezid’in başlattığı ve Fatih’in kanunlaştırdığı bu sert çözüm, sonradan terk edildi; saltanatın “ekber/en büyük oğula” ve daha sonra da “hanedânın en yaşlı erkek mensubuna…” verilmesi hükmü getirildi…

Fetret, Bizans için elbette bir hayat iksiri oldu; ömrü 1453 yılının 29 Mayıs sabahına kadar 50 yıl daha uzadı…

Rumeli’de ise fazla bir toprak kaybetmedik. Zira, Haçlı hükümdarlar Niğbolu’nun yıldırıcı tesiriyle uzun süre ordu toplamaya kalkışamadılar!.. Sivil halk zaten halinden çok memnundu; hayal bile edemeyecekleri şefkat, adalet ve refaha Osmanlı idaresiyle kavuşmuşlardı… Fetret Devri’ni kolayca atlatmamızın diğer bir sebebi ise, uç beylerimizin sadâkati ve dirayetidir…

II. Murat ve Fatih ile Anadolu Birliği perçinlendi; Bizans temizlendi… II. Bâyezid ise fetihleri sürdürmekle birlikte, yol, köprü gibi stratejik alt yapıyı tamamladı; ateşli silah sanayiini geliştirdi… Yavuz Selim Hân’a her yönüyle “süper” bir devlet teslim etti!.. Saklı Tarih, Bâyezid-i Velî’nin bu başarılarını görmezden gelmeye devam etsin bakalım…

Yavuz, önce Çaldıran zaferiyle Şiî-Sünnî meselesini siyasî zeminden kurtardı; bölücülük konusu olmaktan çıkardı; farklılıkların düşmanlığa dönüşmesini büyük çapta önledi… Sonra, Mısır’ı fethederek “İttihad-ı İslâm” dinamosunun “İstanbul-Kahire” kutuplarını birleştirdi; Hilâfet Sancağı’nı da kendi arslan pençeleriyle tutup kaldırarak Cihân Hâkimiyeti tâcını şerefli başına geçirdi!..

Osmanlı, “Mutluluklar Devleti”dir!.. “O bitti; dünyanın sefâsı gitti, kederi kaldı…” Evet… Beşeriyet “bir kemik, bir deri kaldı!..” Onun sancağının gölgesinde her dinden, her mezhepten milletler “Osmanlılık” rozetini göğüslerinde iftiharla taşımış, bir arada bir obada, karşılıklı sevgi ve saygı içinde 600 yıl süren bir barışın baharını yudumlamıştır!..

Evet… “Ayrışma ve bölünme”nin öldürücü vehametini ve “birlik ve beraberliğin” hayat bahşeden vazgeçilemez değerini “sesli ve görüntülü” olarak beyan etmeye gayret ettik… Zaman zaman kalemimizin ucu biraz sertleştiyse de, bu, Saklı Tarih’in vurdumduymazlığını dengelemeye yetti mi; hâlâ şüpheliyiz.

Genç evlatlarımız için tarihimizdeki bazı tatlılıklardan ve bilhassa acılıklardan biraz mayhoş fakat şifalı şerbetler süzmeye çalıştık…

“An-karîbi’z-zaman” bütün beşeriyetiyle birlikte, “kevser” misal zaferli, saâdetli ve müjdeli bir istikbâli kana kana yudumlama niyâzı ile…

“İçtim onu oldu cismim Nûr’a gark

Edemezdim kendimi Nûr’dan fark!..”