Büyük Reis Seattle’ın hikâyesini duymuşsunuzdur. 1855’te ABD Başkanı Franklin Fierce, kendisine bir mektup yazarak üstünde yaşadığı toprakları satın almak isteyince, Büyük Reis de cevaben yazdığı mektupta özetle şunları yazmış:
“Teklifinizi düşüneceğiz. Ama toprağı satın almak fikri bize oldukça garip göründü. Gökyüzü nasıl alınır ya da satılır? Ya toprağın sıcaklığı? Bunu biz düşünemeyiz bile. Havanın tazeliğine, suyun pırıltısına biz sahip değiliz ki, siz satın alasınız.
Biz toprağın bir parçasıyız ve o da bizim bir parçamızdır. Kokulu çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyikler, at, büyük kartal da erkek kardeşlerimiz... Yüksek kayalıklar, yumuşak çayırlar, midillinin ve insanın vücut hareketi, hep aynı aileye aittir.
Her şey birbirine bağlıdır. Toprağa ne olursa, toprağın doğurduklarına da aynısı olur. Toprak, anamızdır. İnsan toprağa tükürürse, kendi suratına tükürmüş olur. Toprak insana ait değil; bunu iyi biliyoruz. Hayatın dokusunu insan yaratmadı. O dokunun içinde yalnızca bir iplikçiktir. Siz o dokuya ne yaparsanız, aynısını kendinize yapmış olursunuz.
Biz vahşiyiz. Şimdilik güçlü olan beyaz adam, kendisini ilah sanıyor. Toprağın kendisine ait olduğunu düşünüyor. Ama bildiğim bir şey var ve beyaz adam da onu anlayacak bir gün: Bizim ilahımızla sizinki aynı.” (1)
Bu sözlerin sahibi kendisine vahşi diyor, ama hiç şüphe yok ki beyaz adamdan çok daha medenî bir “kâinat algısı”na sahip. Beyaz adamın arza bakışının izleri ise, Bacon’ın ifadesinden çıkartılabilir: “Bilim kuvvettir. Yani biz bilimi, tabiatı anlamak ve tabiata hükmetmek için kullanacağız.”
Bacon, bu cümlesiyle, modern bilimin amacının tabiatı sömürmek olduğunu ilan ediyordu. Dolayısıyla, çağdaş insan bilimsel ve teknik gücünün gelişmesinden duyduğu coşku içinde tabiatı kirleten bir üretim sistemi ve insanı sakat bırakan bir toplum inşa etmeyi marifet saydı. Üretimin geliştirilmesini ve servet birikimini modern dünyanın en yüce amaçları haline getirdi.
Şimdi de, “çevre sorunları” adıyla bu kaba uygarlık anlayışının hasadı toplanıyor. Bu gidişin sonu, insanoğlunun biriktirdiği kasa kasa altınların yanında içecek doğru dürüst su bulamaması olacak gibi. Rum Suresi’nde buyrulduğu üzere, insanoğlu yaptıklarının karşılığını görüyor, görecek: “İnsanların kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu. Allah yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırır ki belki tuttukları yoldan dönerler.” (2)
Ayette geçen “tuttukları yol”u iyi anlamamız gerekiyor. Kastedilen, acaba sadece yeşil hareketine dönüş mü? Devlet liderleri, Kyoto Protokolü’nü imzalarsa, patronlar fabrika bacalarına filtre takarsa, halk çevre kirliliğine daha duyarlı olursa ve organik tarım ürünleri yerse, “tuttukları yol”dan dönmüş olurlar mı?
Galibe çevre krizi kadar, bizim bir de “çevreci” krizimiz var. Çevreyi, Aristotle’ın iddia ettiği gibi, ayrı bir cevhere sahip, kendi başına bağımsız bir geçekler düzeni olarak görmenin kendisi, başlı başına bir kriz oluşturuyor. Bu küfrî bakış, her türlü çözümü sadece sebepler dairesinde yapılacak düzenlemelerde görüyor. Büyük tufanda Hazreti Nuh’un gemisine binmeyi reddeden halkın büyük çoğunluğu, tufandan korunmak amacıyla dağ başlarında kendilerine küçük kulübeler yapmış ve erzak depolamışlardı. Bu, onların Nuh’u sıcak havada kara üstünde gemi yapmasıyla alay etmelerine rağmen, söylediklerinin gerçek olabileceğini sezdikleri anlamına gelir. Peki, niçin Nuh’un gemisine binmeyi reddediyorlardı? Böyle yapmaları, dağ başlarına tırmanmaya göre onlar için daha kolay değil miydi?
Kolay olmasına daha kolaydı; ama “Nuh’un Gemisi” öyle sıradan bir gemi değildi ki... o, Allah’ın gemisiydi. Allah’ın emriyle elçisi Nuh Peygamberin inşa ettiği bir gemiydi. Dolayısıyla Nuh’un gemisine binmek, kibirlerini paramparça ederek kendilerini ilah olarak görmekten veya Allah’a şirk koşmaktan vazgeçmelerini gerektiriyordu. Nuh’un gemisine binen biri, peşinen, “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’a aittir. Allah her şeyi kuşatıcıdır.” (3) hakikatini kabul etmiş olacaktı. Netice, kibrini yenemeyenlerin su unsurunun gazabına yenik düşmeleri oldu.
Buradaki küfrî bakışın temelinde, Büyük Reis’in dediği gibi insanın kendisini ilah kabul etmesi yatıyor. Böylece, en büyük küllî muariflerden birisi olan kâinat, birden bire sükût edip, insanın sahip olabileceği, üzerinde kendi arzularına göre tasarrufta bulunabileceği bir menfaat vasıtasına dönüşüyor. Artık bu noktadan sonra, insan onu satar da, satın da alır. Artık, Ivan Kamazof’un dediği gibi, “Allah yoksa her şey mübah”tır. Arzın halifesi olduğunu, ancak Allah’ın kendisine bahşettiği gücü yine O’nun rızası dahilinde kullanması gerektiğini kabul etmeyen insandan ne beklenir?
Sezai Karakoç da bu noktaya şöyle işaret etmiştir: “İslâm’a göre bir mal üzerinde üç katlı mülkiyet vardır. Kişinin, cemiyetin, Allah’ın (c.c). Her şeyden önce mal Allah’ındır, sonra cemiyetin, sonra kişinindir. Kişinin arzusunu cemiyetin kaideleri, cemiyetin arzularını da ilâhî kaideler sınırlar. (4)
Meseleye bu açıdan bakınca, insanı ele almadan, onu yönlendiren, onu oluşturan dünya görüşünü gözden geçirmeden, çalışmaları sonuç üstünde yoğunlaştırmak çözüm için yetmiyor. “İnsanlığın ve çevrenin korunması yolunda atılacak ilk adım, insanlık ihtiraslarından arıtılarak kirlenmesinin önlenmesidir. Onun için günümüzde çevre sorunlarına dönük araştırmaların ve çalışmaların bin misli de insanın yüreğinin arıtılmasına, ruhunun yüceltilmesine döndürülmelidir. Ancak insan ruhunun arıtılıp temizlenmesiyle, yüreğine temizlik kazandırılmasıyla toplumla birlikte çevre de korunabilir.” (5)
Peki, nasıl olacak bu?
Hayır, din kültürü ve ahlâk bilgisi dersiyle olmaz. Liselere felsefî etik dersleri koyarak da işin içinden çıkamayız. Tek yol var: Allah’ın ve ahiretin varlığına samimi olarak iman etmek, kendini O’na kul kabul etmek, tabiatın O’nun büyük bir sanatı ve kudret eseri olduğuna inanmak. Böylece, bir ismi de el-Muhit olan Allah’ın çepeçevre kuşattığı “ilâhî bir muhit” içinde yaşadığımızı anlayabilir ve çözümün “Nuh’un Gemisi”ne binmekte olduğunu kavrayabiliriz.
Gelgelelim, zihinlere çengel atan materyalizm belası def edilmeden bu çözüme işlerlik kazandırmak mümkün görünmüyor. Her şeyin başı ve sonunu madde olarak gören materyalizm, bunun bir sonucu olarak, fizik ile metafizik arasında keskin bir ayrım öngörüyor. Pek çok zihni iğfal eden bu mesnetsiz ayrım, kâinat ile O’nun Halık’ı arasındaki bağları koparıp atıyor. Ve kâinat, kör, sağır ve şuursuz sebeplerin cirit attığı anlamsız bir yere dönüşüyor.
Oysa, Kur’an’a baktığımız vakit, fizik ile metafizik arasında açık bir sınır tayin edilmediğini hemen fark ederiz. Maddeci zihinleri şoke eden bir rahatlık içinde, pek çok peygamber kıssasında fizik ile metafizik iç içe geçer, fiziğin ya da fizik kurallarının pek bir anlam ifade etmediği “mucizeler” ardı ardına sıralanır. Hemen akla gelenler arasında: Bazı hayvan türlerinin ve rüzgârın Hazreti Süleyman’ın emrine verilmesi... İçine atıldığı ateşin Hazreti İbrahim’i yakmaması... Balığın, karnındaki Yunus aleyhisselama zarar vermeden onu sahil-i selamete çıkarması... İsrailoğullarını Firavun’un zulmünden kurtarırken Hazreti Musa’nın asasının değmesiyle Kızıldeniz’in ikiye ayrılması; ondan önce Nil’in kana bulanması, çekirge, veba ve kıtlık afetleri... Hazreti İsa’nın Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesi... Ve Sevgili Peygamberimizin gösterdiği sayısız mucize içinde; ayın ikiye yarılması, daha nübüvvetten önce iki meleğin bulut suretinde onu gölgelendirmesi, ağaçların, taşların ve hayvanların ona selam vermesi, yine ağaçların toprağı yara yara onun yanına gelmeleri, yürürken toprağın ayağının altında dürülmesi, eline aldığı az bir yemek veya suyun tüm orduyu doyuracak denli bereketlenmesi ve daha binlercesi...
Gerek Kur’an gerekse mütevatir hadislerde yer alan bu sadık haberlere ilkokul fen bilgisinden aldığı marifetle bakanlar için temel sorun, bu mucizevî sonuçları üreten sebeplerin alışıldık sebepler olmamasıdır. Eğer “alışıldık” olsa, bunları fizik dünyanın tabiat kuralları olarak yorumlamak ve böylece “tabiatüstü olan”ı reddetmek mümkün olabilecekti. Bu yüzden genel eğilim, peygamber kıssalarına bir tür eski Yunan mitolojisi muamelesi yapmak olmakta ve bu mucizelerin fizik dünyanın gerçekliği içinde olup bittiğini reddetme tavrı belirmektedir. Nitekim Hazreti İbrahim’e gökten inen kurban için “sembolik” iddialarını dile getirenlerin tutumu bu yöndedir.
Bir diğer tepki ise, bu mucizeleri reddetmek değil de, alışıldık sebep sonuç ilişkileri içinde yorumlama çabasıdır. Buna dair çarpıcı bir örneği, İsrailoğulları’nın Hazreti İbrahim’den başlayarak İshak, Yakup, Yusuf ve Hazreti Musa’ya dek süren hayat serüvenini konu alan “Yaratılış Destanı” adlı Hollywood filminde görmek mümkündür. Filmde, Hazreti Musa’nın asasını yere bırakınca bir ejderhaya dönüşmesi mümkün görülmeyip bunun bir sihir olduğu işlenmekte, en çarpıcı olanı ise, Kızıldeniz’in ikiye ayrılmasına bir kasırga hortumunun sebep olduğu ihsas edilmektedir. İlginçtir, benzer bir iddia, National Geographic’in hazırladığı bir belgeselde ciddi bir konu gibi ele alınmakta, güya bilim insanları Kızıldeniz’in tabanında o kasırga hortumundan kalma izleri araştırmaktaydı.
Halbuki Kur’an’ın bize ders verdiği nazarla baktığımız vakit, mucize olaylar ile tabiatçıların “doğal” diye ifade ettikleri olaylar arasında hiç de büyük bir uçurum yoktur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, mucizeler “Padişah’ın normal âdetini ve vaziyetini bir hikmete binaen değiştirmesi”nden ibarettir. (6)
Bu çerçeveden bakıldığında, tabiatperestlerin âdiyattan saydıkları “doğal olaylar” bir nevi mucize yerine geçerler. Bir örnek vermek gerekirse, Casiye Suresi’ndeki bir ayette, “Allah kendi emriyle gemiler akıp gitsin ve O’nun fazlından ararsınız diye, sizin için denize boyun eğdirdi. Umulur ki, şükredersiniz.” (7) buyrulmaktadır. Bu ayetin ışığında baktığımızda: Koca denize boyun eğdirmek az bir şey midir ki, onu belli bir vakitte ikiye ayırmak akla uzak olsun? Yoksa Allah’ın sürekli yarattığı olaylar, belli vakitlerde yarattığı mucizelerden daha mı az ilim, irade ve kudret gerektiriyor?
Elbette hayır!.. Gerçek şu ki, ateşin yakmamasına nasıl mucize diyorsak, yaratılış bakımından, ateşin yakması da aynı derece “mucize”dir. Denizin ikiye yarılmasına mucize diyorsak, denizin üzerinde koca gemileri yüzdürmesi de aynı derecede “mucize”dir. Yine rüzgârın Belkıs’ın tahtını taşımasına mucize diyorsak, rüzgârın bulutları yüklenip taşıması da aynı derecede “mucize”dir. Fakat benzer olaylara devamlı şahit olan insanların gafleti sebebiyle birinciler mucize adını alırken, ikincilere “âdiyat” ismi veriliyor. Bu ise, yaratılışın keyfiyetinden değil, insanın kavrayış zafiyetinin bir sonucudur. Dolayısıyla mucize ile âdiyat arasında, tabiatperestler gibi keskin bir fizik-metafizik ayrımı çizebilmenin imkânı yoktur.
O bakımdan, âdiyata kesinlikle âdi işler olarak bakamayız. Her biri birer mucize ve kudret eseridir. Ve bu eserleri basit, kuvvetsiz, şuursuz ve kör sebeplere bağlamak da mümkün değildir. Bediüzzaman’ın izah ettiği gibi, koyunun kanı ve fışkısı arasından çıkan safî sütü, koyunun yediği ota bağlayamayız. Ot bir şeydir, süt başka bir şey. İkisi de ayrı ayrı yaratılmaktadır. Yine, zehirli arının yaptığı bal bir şeydir, çiçek özleri başka bir şey. Balı, çiçek özleriyle izah edemeyiz. Öyleyse tüm sebeplerin ardında bir Müsebbib’ül-Esbab harikulade şekilde iş görmektedir. Şu âdi sebepler ise, onun tasarrufu önüne çekilmiş sadece basit birer perdedir. Aklını gözüne indirmeyen her insan, o perdeyi yırtıp Kudret-i İlahi’yi tüm haşmetiyle temaşa edebilir.
Acaba bu dinî bakış açısına göre, günümüz çevre sorunlarına nasıl bir yorum getirebiliriz, yeni bir açılım sağlamamız mümkün mü?
Elbette mümkün. Bir kere, bu bakış açısı günümüz çevre felaketlerinin ardında, tabiata hükmetmek amacını güden modern bilimin kendisi olduğunu açıklığa kavuşturuyor. Modern bilim, insanın kendi gücüyle tabiata boyun eğdirebileceğini düşünüyordu. Oysa bu bakış açısıyla anlıyoruz ki, böyle bir seçenek asla mümkün değildir: “Göklerdekiler ve yerdekiler ancak Allah’a aittir.” (8)
Tabiat unsurları, nihaî anlamda O’nun emri altındadır. Eğer O izin vermezse, insan hiçbir tabiat unsurunu (dağ, deniz, hayvan, bitki...) kendi emrine musahhar edemez: “İri cüsseli develere sizin için boyun eğdirdik. Umulur ki şükredersiniz.” (9)
Şu halde, geriye tek bir seçenek kalıyor: İnsan ancak Allah izin verirse, tabiat unsurlarını kendi emrine musahhar edebilir. Bu da, modern bilimin zannettiği gibi insanın rastgele tabiatı fethedebileceği anlamına gelmemektedir. Allah, ancak kendi kanunlarına uygun şekilde olmak koşuluyla insanın tabiata hâkim olmasına izin verir ve insan yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğu için, Allah’ın yaratıklarına nezaret etme yetkisi ve sorumluluğu insana verilmiştir.
Tekrar edelim ki, burada insanın sorumluluğuna verilen yetki, nihaî anlamda, Allah’a ait olan bir yetkidir. Ve, eğer insanoğlu, kendisine çizilmiş olan çerçevenin dışına çıkarsa, örneğin kendisini arzın halifesi olarak değil de bir ilah olarak görürse, Allah elbette insana verdiği yetkiyi geri almaya muktedirdir.
İşte o vakit, tabiat unsurlarından su, toprak, hava ve ateş galeyana gelip insanoğluna acı bir azabın numunelerini tattırabileceği gibi, kimi zaman da su, hayvan ve bitki türlerinin verimlerinin düşmesi ve yok olmalarıyla yine insanoğluna çeşitli kıtlıklar yaşatabilirler: “De ki: ‘Söyleyin bakalım, eğer suyunuz yerin dibine gidip çekiliverecek olsa artık size kim bir akar su getirebilir?’” (10)
Kimi zaman, mahrumiyetin biçimi, bereketin ortadan kalkması şeklinde de olabilir. Bu bereket hakikatini çok iyi anlamak zorundayız. Miktarlar değişmez hatta artar ama dişe dokunur bir faydaları olmaz. Ortada çok mal olur, ama insan bereketsizlik nedeniyle ondan bir menfaat elde edemez. Kişi, çok zamanı var zanneder ama bereketsizlik nedeniyle zaman su gibi akıp geçer. Nitekim zamanın bereketsizleşmesi, Kıyamet alâmetleri arasında zikredilmiştir.
Öyleyse, şu ahir zamanda insanoğlu çevre sorunlarını çevre üzerinde müdahalelerde bulunarak çözmekten tamamen mahrumdur. Arz ve üzerindekilerle barışmanın yolu, ancak ve ancak insanın “arzın halifesi” olduğunu hatırlayıp kendisine lütfedilen nimetlere şükretmesi olacaktır:
“Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size nimetimi arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir.” (11)
1. Köprü Dergisi, Eylül 1988, c. 11, sayı: 126.
2. Rum Suresi, 41
3. Nisa Suresi, 126
4. Nazif Gürdoğan, Zaman, 24.1.1993
5. Ersin Gürdoğan, Teknolojinin Ötesi, Akabe Yayınları, s. 36-37.
6. Said Nursi, Mektubat, 19. Mektup
7. Casiye Suresi, 12
8. Nisa Suresi, 126
9. Hacc Suresi, 36
10. Mülk Suresi, 30
11. İbrahim Suresi, 7