TR EN

Dil Seçin

Ara

Hayat Ve Ölüm

İnsan için hayat ve ölüm kelimeleri iki ayrı doğumun isimleridir. Birincisi dünyaya gelişi, diğeri ise dünyadan kabir âlemine göçüşü ifade eder.

“Bir mü’minin ölerek bu dünyadan çıkıp gitmesini, bir çocuğun ana rahminden, o nemli karanlık yerden geniş dünya sahasına çıkmasından başka bir şeye benzetmem.” (Hadis-i Şerif)

Nur Külliyatı’nda ölüm için yapılan tariflerden birinde “terhis” ifadesi kullanılır.

Ölüm hiçlik olmadığına göre, ruhun bedende görev alması gibi, bu görevinden terhis olması da bir ilahi tasarruf, bir rabbanî icraattır.

Bu iki ayrı fiilin icrası Allah’ın iki ayrı isminin tecellisiyle gerçekleşir. Birincisi Muhyî (hayatlandıran, hayat verici), diğeri Mümit (ölümü verici, ölümü tattıran).

Terhis olan kişi artık kışlasında yoktur, ama yeni bir beldenin sakini olmuştur.

Yine Nur Külliyatı’nda Mümit isminin açıklaması yapılırken şu ifadelere yer verilir:

“Mevti veren O’dur. Yani, hayatı veren O olduğu gibi, hayatı alan, mevti veren dahi yine O’dur.” – Mektûbat

Bilim adamları hayatın ne olduğunu ve nasıl meydana geldiğini anlamak için nice ömürler tüketmişler.

Bu konuda İslâm âlimlerinin çok önemli bir tespitleri var:

“Hakiki hakaik-i eşya esma-i ilahiyedir.”

Buna göre, hayatın hakikatini ararken onun kaynağına bakmamız gerekiyor. Böyle bir bakış bizi “Muhyi” ismine ulaştıracaktır.

Şu ayet-i kerime konumuzla yakından ilgilidir:

“Doğrusu Allah indinde İsa’nın meseli, Âdem meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona ol dedi, o da oluverdi.” (Âl-i İmran, 59)

Bu “ol!” emrine, tefsir âlimleri “canlı bir mahlûk kesil” şeklinde mana veriyorlar. Buna göre ruh gelmeden önce, Âdem peygamberin cesedi bir bakıma ölü gibiydi. Yani, görmekten, işitmekten, yürümekten, anlamaktan, sevmekten çok uzak bulunuyordu. Cansız değildi ama henüz Âdem de değildi. Topraktan süzülen bir öz varlık, bitki hayatına benzer bir gelişme gösteriyordu.

İnsanın ana rahmindeki ilk dört aylık dönemi de bu safhayı andırıyor.

“Siz ölü iken sizi dirilten Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizi O öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve tekrar O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara, 28)

Bu ayetteki “ölü iken” ifadesine, “insanı teşkil eden elementlerin henüz hücre haline gelmeden önceki durumları” şeklinde mana veriliyor. Bu ifadeyi, önceki ayet için yapılan tefsirin ışığında, “cesedin ruha kavuşmadan önceki hali” şeklinde de anlamak mümkündür.

Cenab-ı Hak hem Hayy (hayat sahibi), hem Muhyi’dir. Hayat şerefinden bizi de hissedar etmeyi rahmetiyle dilemiş ve bizleri hayat sahibi birer varlık olarak yaratmış. Tıpkı, “vücud” yani “varlık” sıfatından mahlûkatını da şereflendirmek için onları var etmesi gibi.

Hayatın menşei ile ilgili çalışmalarda maziye doğru gidildiğinde varılacak son nokta, ilk hücrenin yaratılmasıdır. Güneşten kopmuş bir parça olan yer küremizde, yine güneşten gelme hücreler bulunmayacağına göre, bu yeni varlıkların yeryüzünde yaratıldıklarında ve onlara hayat sıfatının yoktan verildiğinde şüphe yoktur.

Şu var ki, biz “hayat” denilince hemen kendi hayatımızı ve çevremizi kuşatan canlıların hayatlarını hatırlarız. Halbuki hayatın menşeini ararken daha gerilere gittiğimizde, bu kâinatın da bir çekirdeği, bir ilk hareket noktası olacağı gerçeğine ulaşırız.

“..Mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numunesini ve esasatını câmi’ olsun.” (Sözler)

Allah Resulünün, “Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur” hadisinden hareketle bu ilk varlığa Nur-u Muhammedî denilmiştir. Ve bu ilk mahlûk, çekirdeği olduğu bütün varlık âleminde tecelli edecek olan İlâhî isimlerin tümüne mazhar bir mahiyete sahiptir. Onda tecelli eden İlâhî isimlerden birisi de Muhyi ismidir. Bu ismin tecellisiyle o çekirdek varlık hayy, yani hayat sahibi olmuştur. İşte hayatın gerçek kaynağı “bu hayatlı varlık”tır.

Melekler de o nurdan yaratılmışlardı. Onlar da hayatlı varlıklardı, ama o nuranî varlıkların hiçbirinin hücresi yoktu. Demek ki, hayatın menşeini “ilk hücre” olarak kabul etmek, insanlar ve hayvanlar âlemi için doğru gibi görünse de, mutlak manasıyla, eksiktir.

Hayat ve ruh kavramlarının aynı olup olmadığı sıkça sorulur. Hayat, “yarı canlılık” dediğimiz en aşağı mertebesiyle bitkilerde de vardır, ama onlarda ruh yoktur. Hayat, ruhun bir sıfatıdır. Ruhun, “ilim, irade, görme, işitme” gibi sıfatları yanında bir de “hayat” sıfatı vardır. Ancak, diğer bütün sıfatlar hep bu temel sıfatın varlığı sayesinde kendilerini gösterirler.

Şu gördüğümüz âlemde, hayat özelliği ne güneşte var ne ayda ne de yıldızda. Elementlerin hepsi bu özellikten mahrum; ne demirinde hayat var ne bakırında; ne oksijeninde hayat var ne hidrojeninde.

Hayatın bir tek fonksiyonu olan görme sıfatını şöyle bir düşünelim. Bu özellik de madde âleminin hiçbir varlığında yok. O halde, görmeyen bu varlıklardan gören bir mahlûk yaratılması, ancak İlâhî bir ihsanla olabilir, o da Muhyi isminin tecelli etmesiyle gerçekleşir.

Biraz da ölümden söz edelim:

Meleklerde olduğu gibi, ruhlarda da ölüm yoktur. Ölüm, bedenden ayrılan ceset için söz konusudur.

“Beden ruhun hanesidir” buyruluyor. Sultanın haneyi terk etmesiyle bedende çözülmeler, dağılmalar başlar. Sonunda o canlı hücreler ölürler ve cansız elementler haline gelirler.

“Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarıyor.” (Rum Suresi, 19)

Muhyi isminin tecellisiyle, ölü elementler diri hücreler haline gelirken, Mümit isminin tecellisiyle de o canlı hücreler yeniden cansız elementler halini alırlar.

Hayatın hakikatini bilemiyoruz; ona bir derece bakmak için ölümün hakikatini düşünmek gerekiyor. Bu ikincisi nasıl daha başka ve yepyeni âlemlere yol açıyorsa, birincisi de daha aşağı tabakaların üst dereceye yükselme yolculuğudur.

Yolculuk, kemale doğrudur. Yok iken var olmak bir kemaldir. Cansız iken cana kavuşmak ikinci bir kemaldir. Akıldan mahrumken akıl sahibi olmak ayrı bir kemaldir. Ve küfür karanlığından kurtulup iman nuruna erişmek en büyük kemaldir.

Cansız eşyayı hayata sebep kılan, hayatsız elementlerden canlı hücreler yaratan, sonra o hücrelerin trilyonlarcasını akıl almaz bir bağ ile birbirine raptedip insan haline getiren, o harika bedene en üstün mahlûku olan “insan ruhunu” misafir eden Allah, bu kemal tecellilerini insanın ölümünden sonra da devam ettirecek, kabir hayatını iman ehli için, Peygamberimizin ifadesiyle, “cennet bahçelerinden bir bahçe”ye çevirecek ve bu yolculuk en mükemmel âlem olan cennette, en ileri seviyede devam edecek ve öylece sürüp gidecektir.

Yine hayata dönelim ve konuyu şöylece noktalayalım:

Önemli olan, hayatın menşeini bilmek değil, hayatı en güzel şeklide kullanmanın yollarını bulmaktır. Aynı şekilde, ölümü hayatın sonu değil, yeni bir hayatın başlangıcı bilmek ve o ebedî hayat için bir şeyler yapmanın gayreti içinde olmaktır.

Hayatın menşei hakkında araştırma yapan nice kişiler şu anda kabir hayatını tatmakta ve hayatlarının hesabını vermekteler.

Konunun biyolojik yönü herkesi ilgilendirmiyor. Bu sahanın yetkili uzmanları konu üzerinde ne kadar çalışsalar yeridir. Bu gayretler onların mesleklerinin bir gereğidir ve mutlaka sürdürülmelidir.

Ancak, bu yapılırken meselenin bütün insanları ilgilendiren yönü gözden ırak tutulmamalıdır:

“Hayatımı nasıl değerlendireceğim ve nasıl öleceğim?”

Dünya imtihanının bütünlemesi yoktur. Ne yapılacaksa bu dünyada yapılacaktır.

Hatalar ölüm gelmeden önce görülürse hemen düzeltilebilir. Süre yetmezliği söz konusu değildir. Yetmiş yıl yanlış yolda giden kişi doğruyu görüp mazisine tövbe ettiğinde artık cennet yolcusudur.

“Dünya ahiretin tarlasıdır.” (Hadis-i Şerif)

Bu fani hayatı, ebedî bir hayatın tarlası olarak gören ve ona göre değerlendirenlere ne mutlu!