TR EN

Dil Seçin

Ara

Hekim Ölüme Çare Mi?

Hekimlerin ölüme çare olmadığı unutulmamalıdır.

 

Gün geçmiyor ki medyada hekime dönük bir şiddet haberi yer almasın. Hemen her gün yurdun değişik yörelerinden hastanelerde, acil servislerde, klinik ve polikliniklerde dövülen, sövülen, hakarete uğrayan, darp edilen ve hatta öldürülen hekimlerin haberlerini izliyoruz. Bu haberleri adeta kanıksamaya başladık. Hekim dövmek, neredeyse “adiyat”tan olmaya başladı. Böyle giderse, haber değeri bile kalmayacak. Peki, hekimlere yönelen şiddetin bu kadar yaygınlaşması acaba nedendir?

Kuşkusuz şiddete yol açan, şiddeti körükleyen pek çok sebep olabilir. Hasta ve hasta yakınlarına, hekimlere, sağlık kurumlarına, sağlık sistemine, medyaya, yöneticilere, politikacılara, sağlık çalışanlarına, topluma ait çok farklı faktörlerin etkisinden bahsedilebilir. Konuyla az çok ilgilenen kişiler, bunları kolayca sıralayabilir. Dile getirilen sebeplerin hangi olayda ne kadar etkili olduğu, olayların ne kadarının hangi faktörle ilişkili olduğu ise, her zaman tartışmaya açıktır. Konuşan kişinin bakış açısına, bulunduğu konuma (politikacı, hekim, yönetici, hasta, hasta yakını gibi) göre suçlanan aktör değişebilmektedir. Kimine göre “hekimliği değersizleştirici söylem sahipleri”, kimilerine göre “hekimlerin ilgisizlik, ihmal ve tıbbi hataları”; kimilerine göre “hastalara kök söktüren hekimler”, kimilerine göre “hekimleri günah keçisi haline getirenler”, kimilerine göre ise “hekimin aşırı iş yükü”, “sağlık sistemindeki yetersizlikler” veya “hasta ve yakınlarının giderek azgınlaşması” gibi sebepler asıl rolü oynamaktadır.

Öncelikle belirtmekte yarar var ki, şiddetin meşru bir nedeni olamaz. Şiddet, kimden, kime karşı ve hangi nedenle olursa olsun, asla kabul edilemez. Sadece, şiddeti önlemek için, başka bir çare kalmadığında, kamu gücünü elinde bulunduran kişi veya kurumların, ölçülü olarak şiddeti kullanmak zorunda kalmaları kabul edilebilir. Bunun dışında hiçbir kimse “benim hakkım var, bana şöyle yapıldı” gibi mazeretler öne sürerek şiddeti meşru kılamaz. Çünkü yapılan bir yanlış söz konusu olsa bile, bunu bir başka yanlışla, yani şiddet kullanarak çözemezsiniz. Hukuk devletinde hak aramanın yolları bellidir.

Yaşanan olayları inceleyecek olursanız, birçoğunun failinin “hasta yakını” olduğunu görürsünüz. Faillere sorulduğunda ise: çoğu zaman bu eylemlere başvurma nedenleri “hekime, acil servise, hastaneye getirilen hastalarının iyileşmemesi, sakat kalması veya ölmesi”dir. Bu nedenlerle hekimi suçlayıp, kendilerince hekime ceza vermeye, öc almaya, hesap sormaya kalkışmaktadırlar. Gerçekten de iyileşen, şifa bulan bir hastanın veya yakınının hekime şiddet uygulaması, pek beklenen bir durum değildir.

Peki, hasta yakınlarının bu yargısı ne kadar doğrudur? Yani “hekimin tedavi / ameliyat ettiği bir hastanın iyileşmemesi, aksine kötüleşmesi, sakat kalması veya ölmesi”nden hekim ne kadar sorumludur? Bence konunun “bamteli” bu sorunun cevabında yatmaktadır. Maalesef kamuoyunda hekime biçilen rol gerçekçi değildir ve insanların hekimden beklentileri çok abartılıdır. Hekim, müdahale / tedavi / ameliyat ettiği her hastayı mutlaka iyileştirme gücüne sahip değildir. Tedavi etmek ayrıdır; iyileşmek, şifa bulmak ayrı bir olgudur. Her tedavi edilen hasta iyileşmediği gibi; hiç tedavi edilmeyen veya kötü tedavi edilen hastalar da iyileşebilir. “Spontan şifa” ve “plasebo etkisi” hekimlerin aşina oldukları kavramlardır. Elbette yetkin bir hekimin, kanıta dayalı bir tedavi yöntemini, uygun koşullarda, zamanında, usulüne uygun olarak uygulamasından şifa beklenir. Ancak bu beklenti, her zaman gerçekleşmeyebilir. Çok meşhur bir hekim, hastası için gereken her şeyi, gerektiği gibi, eksiksiz ve zamanında yapsa bile, umulmadık bir komplikasyon gelişebilir, işler ters gidebilir, hasta iyileşmeyebilir, daha da kötüleşebilir, hatta sakat kalabilir ve ölebilir. Hekimin, “istediği hastayı iyileştirebilme”, “hastadan ölümü savma” gücü yoktur. Eğer olsaydı, sanırım hiçbir hekim, hiçbir hastasından bunu esirgemezdi. Hiç olmazsa, hekimler, bunu kendilerinden esirgemezler ve ölümsüz kişiler olurlardı. Ancak “neylersin ölüm herkesin başında”dır ve “her nefis ölümü tadıcı”dır.

Hekime düşen: hastayı kabul etmesi, muayene etmesi, hastaya bilgi vermesi, gereken tedaviyi zamanında ve eksiksiz, hatasız uygulaması, hastayı teselli edip moral vermesi, hastalık sürecinin sonuna kadar takip etmesi ve koruyucu, önleyici tedbirleri almasıdır. Ama hekim şifa veremez, hastayı iyileştiremez. Zaten bizim inancımıza göre “şifa vermek Allah’a mahsustur, Şafi olan Allah”tır. “Kelin ilacı olsa başına sürer” özdeyişi gereği, eğer hekimin “şifa verme” “ölümü savma” gücü olsaydı, önce bu gücünü kendisi için kullanırdı.

Doğum ve ölüm, hayatın belirlenmiş (mukadder, takdir edilmiş) iki aşamasıdır. İnsan doğarken de, ölürken de bu takdirin sınırlarını aşamaz. Dünyaya gelip gelmeyeceğimizi, ne zaman, dünyanın neresinde dünyaya geleceğimizi, hangi anne babadan dünyaya geleceğimizi, ve bizi biz yapan diğer pek çok özelliğimizi, kendimiz tercih edip belirleyemiyoruz. Anne babamız bile, bizi, ancak dünyaya geldikten sonra tanıyorlar. Dünyadan giderken de aynı şekilde çaresiziz. Kimse “gitmek istiyor musun, ne zaman gitmek istiyorsun, ne şekilde gitmek istiyorsun?” diye sormuyor. Bizim dışımızda takdir edilen bir plana göre göçüp gidiyoruz.

Dünyaya göz açar açmaz korkarak ağlamaya başlayan insanoğlu, zamanla bu yabancı ve alışık olmadığı dünyaya alışıyor, bağlanıyor. Önce annemizi, babamızı tanıyoruz, onların yanında kendimizi güvende hissediyor ve ağlamaktan vazgeçiyoruz. Sonraları anne babanın yerini başka şeyler alıyor: aldığımız eğitim, sahip olduğumuz mesleki beceri, kazandığımız para, servet ve itibar, evlatlarımız vb... Bunlarla, kendimizi güçlü ve güvende hissediyoruz. Ama bir gün, ya onlar bizden ya da biz onlardan ayrılmak zorunda kalıyoruz. Ve yine ağlama ve ağlatma başlıyor.

Doğmak,  hastalanmak, iyileşmek ve ölmek gibi hayatın akışı içerisindeki olayların ne kadarının, -doktorlar da dahil olmak üzere- bizim gibi fanilerin gücü dahilinde geliştiği sorunsalını!”, sağlıktaki şiddetle alakalandırmama şaşmayın. Bir yakınlarını yitirdikleri zaman tehevvüre kapılıp, ilk karşılarına çıkan kişiye saldıran hasta yakınlarının “ölümün mukadder olduğu gerçeğini unutmaları” da bu şiddetin nedenlerinden biri olamaz mı? Şiddeti besleyen “hayatı rastlantısal bir şans, ölümü ise her şeyin sonu, bütün sevdiklerinden daimi ayrılış olarak kabul eden anlayış”a göre; “hayatı bir lütuf olarak görüp, ölüme Şeb-i Aruz deyip, yeni bir başlangıç olarak anlamlandıran kültür”, ölüm darbesi karşısında insanları daha olgun, makul, ölçülü, sabırlı davranmaya itmez mi? Ne dersiniz?

Bu yazdıklarım yanlış anlaşılmasın. Hekimin, hastanenin veya bir başka kişinin kusuru, ihmali varsa, elbette hukuki yollardan hak aranmalı, ama her ölen hastanın hesabının hekimden sorulamayacağı ve hekimlerin ölüme çare olmadığı unutulmadan…