TR EN

Dil Seçin

Ara

11 Eylül, İslâm’a geçişi hızlandırdı

İngiltere İçişleri Bakanı Jackoi Smith, BBC’ye verdiği demeçte İslâm’ın Avrupa’da akıllara durgunluk veren bir hızla yayıldığını söyledi.

Smith’e göre, İngiltere’de her yıl 50 bin İngiliz İslâm dinine giriyor. 11 Eylül 2001’den beri toplam 400 bin İngiliz Müslüman oldu. İngiltere’de halihazırda iki milyondan fazla Müslüman yaşıyor. Avrupa’da ise bu rakam 21 milyona çıkıyor.

Araştırmacılar, bu durumu, Batı toplumundaki dinî ve kültürel değerlerin erozyona uğraması sonucu, İslâm’ın daha kapsamlı ve doyurucu olması; sağlam sosyal ve aile yapısı sunmasına bağlıyorlar.

Öte yandan Time dergisi de, yayınladığı bir raporunda, Batı’da yüzlerce caminin yapıldığını ve artık Avrupa şehirlerinin çoğunda günde beş kez ‘ezan’ duyulmaya başlandığını yazdı.

Avrupa’da Müslüman sayısının artması ile birlikte, cami ve İslâm merkezlerinin de sayısı hızla artıyor.

 

Bazı istatistikler

            •          1963’te İngiltere’de sadece 13 cami bulunuyordu. Şimdi ise 600 cami ve 1400 İslâm organizasyonları var.

            •          6 milyon Müslümanın yaşadığı Fransa’da 1300 cami ve İslâm merkezi ile 600 civarında İslâm organizasyonu bulunuyor.

            •          Almanya’da 4 milyon Müslüman yaşıyor. 1400 cami ve İslâm merkezi var.

            •          İtalya’da 1 milyon Müslüman yaşıyor. 450 cami ve İslâm merkezi var. Roma’da 30 milyon dolara mâl olacak büyük bir cami yapılıyor.

            •          Kanada’da İslâm dinine giren Kanadalı sayısı 1991 ile 2001 arasında yüzde 130 arttı.

            •          İsviçre’de de 11 Eylül olayından sonra, 6 bin Hristiyan Müslüman oldu.

            •          San Diego Üniversitesi’nde çalışan araştırmacı Jan Wax, 2020 yılına kadar her dört Avrupalı’dan birinin Müslüman olacağını söylüyor.

            •          Yine araştırmalara göre, yakın bir zamanda Müslümanların Avrupa işgücünün yüzde 20’sini oluşturacağı ve Avrupa’nın siyasi geleceğini etkileyeceği belirtiliyor.

            •          En çarpıcı haberi ise İtalyan The Journal dergisi veriyor. Önümüzdeki 200 yıl içinde bütün Avrupa’nın İslâm dinine gireceğini ve İslâm’ın tek din olacağını yazıyor.

Sosyolog Peter Berger: “Maddi manevi mahrumiyetlere maruz kalan, acılar yaşayan, hatta geçimsiz bir evliliğe tahammül etmek zorunda olan bir insana, ilerleme efsanesinin o büyük ideallerinin, fen bilimlerinin o inanılmaz zaferlerinin veya devrimci hareketlerin sunacağı hiçbir şey yoktur. İnsana teselli sunan, onu kendiyle ve çevresiyle barışık hâle getiren, kaderine razı eden, varlığı anlamlandıran tek şey hâlâ dindir.”

 

***

 

Bir Uyku Bölme Sanığı: Ezan

Ara ara dillendirilen bir şikâyet konusu var Türkiye’de. Farklı cenahlardan farklı periyotlarla geliyor: “Ezandan rahatsız oluyoruz.”

Şekva skalası da o kadar geniş ki; entelektüelliğin izharı, dindar olunmadığının belgesi, jakobenliğin ve Kemalistliğin tebligatı hatta modern hayatın belirteci olarak, kullanışlı bir ‘hak arama’ manivelasına dönüşebiliyor “ezan rahatsızlığı” söylemi.

Gerekçe ise, ezanın “uyku bölünmesi” ve “anlaşılamama” gibi kalemlerden ötürü bünyede rahatsızlık yarattığı iddiası.

Ama nedense, “Ezan Türkçe olsaydı, ne kadar mesut olurduk” kılıfında bir mukavemet stili geliştirenler, en basitinden bir Tom Waits’in düpedüz “bet” olan sigaralı sesini rahatsız edici bulmayıp, hepsi İngilizce şarkı sözlerini ayin gibi, dua gibi, mistik salınımlarla eşlik ederek terennüm ederken, “Yahu, sözlerini anlamıyoruz, illa Türkçe olsun” gibi bir çıkıntılığı akıllarının ucundan bile geçirmiyorlar.

Bu noktada “Ama ben onu seviyorum, bunu sevmiyorum” demek de mantıklı hitam için yeterli karine değil. Çünkü iş sevip-sevmemeye dayandığında bunun “kime göre sevmek” gibi karmaşık bir noktaya evrilmesi söz konusu ve bu noktadan sonra katımda ezan sesi sustuğunda hakikaten “mutsuz” olacak milyonlarca insanın “sevmesi”, en az “sevmeyenlerin” reyi kadar değerli.

(Özlem Albayrak)

 

***

 

“Hepimiz aynı gök kubbenin altında yaşıyoruz;

ama hepimiz aynı ufka sahip değiliz.”

 — Konrad Adenauer

 

***

 

Eğitim iki başlı olmayı kaldırmaz!

Milli Eğitim Bakanlığı, son birkaç senedir eğitim sistemini değiştirmeye çalışıyor. En büyük iki şikâyet konusu, ezberci müfredat ve merkezî sınavlardı. Bakanlık, önce müfredatı yeniledi. Geçen yıldan itibaren de, sınav sistemini değiştirmeye başladı. Bildiğiniz gibi, OKS bu sene son kez yapıldı.

Peki, hedefler gerçekleşti mi?

Pek sayılmaz. Çünkü iş sadece müfredatı veya sınav sistemini değiştirmekle olmuyor. Bakanlık, OKS’yi kaldırdı, yerine altıncı sınıftan itibaren yıl sonlarında yapılacak seviye belirleme sınavlarını koydu. Soru tiplerini kolaylaştırdı. Soruların kapsamını sadece o yıl görülen derslerle sınırladı. Bunlarla varılmak istenen hedef, dersanelerin etkinliğini azaltmaktı. Öğrenci, yıl içinde yaptığı çalışmasıyla bile, bu sınavlara girip iyi bir not alabilecekti.

Peki sonuç?

Dersaneler geçen yıldan beri, kendilerine daha fazla öğrencinin kayıt olacağı reklamını yapıyorlar. Bunu dayandırdıkları basit mantık ise şu: “Sınav sayısı arttı. Öyleyse, dersanelere olan gereksinim arttı.”

Öğrenci ve veliler, bu şartlar altında, yaylım ateşi arasında kalmış oluyor. Bir yanda, Milli Eğitim; diğer yanda dersaneler. İkisi de ayrı telden çalıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı, bu iki başlılığa bir an önce çözüm bulmalı!

 

***

 

Hastanelere sezaryen uyarısı

Kapitalizmin kârı arttırmak için ihtiyaçları çoğalttığı öteden beri söylenir. İhtiyaçların artırılmasının yolu ise, insanlardaki hassasiyetlerin kaşınmasıdır. Bir kapitalist, hassasiyetin yüksek olduğu konularda, daha yüksek kârlar elde edebileceğini bilir.

Mesela, sağlık tüm insanların en çok hassas oldukları konuların başında gelir. O yüzden, hepimiz hastaneyle işimiz olduğunda, sağlığımıza kavuşmak için doktorun söylediği her şeyi kabulleniriz. İşte, özel hastaneler kurulalı beri, bu hassasiyet, tamamen kâr amaçlı olarak kullanılıyor.

Hastane sahipleri, doktorlara o ay kaç tane laboratuar tetkiki istediklerini sorabiliyor mesela. Eğer liste pek kabarık değilse, o doktorun kurumun menfaatini arka plana attığı hükmü veriliyor. Çünkü hastanın menfaatini, kurumun önüne koymuş oluyor.

Benzer bir örnek, sezaryen oranlarında da görülüyor. İnsanî değerleri ölmemiş bir doktor, gerçekten gerekli değilse, aileyi normal doğuma teşvik etmelidir. Ama sezaryenin maddi getirisi, tabloya bakılırsa, hatırı sayılır miktarda doktoru kapitalist güdülerine mahkûm etmiş.

Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre, 2006 yılında doktorlar toplam doğumun % 40,8’ini sezaryenle gerçekleştirmiş. Oysa bu oran sağlık standartlarına göre en fazla % 15-20 arasında olması gerekiyor.

Neyse ki, Bakanlık 2006 yılından itibaren uygulamaya başladığı “performans kriterleri” yoluyla hastaneleri bu konuda denetim altına almaya çalıştığı için, sezaryen oranlarında gözle görünür oranda bir düşme var.

 

***

 

Sanayi, ‘doğa dostu’ olabilir mi?

Son dönemde neredeyse bütün teknoloji ürünlerinin etiketine “doğa dostu” yazıldığını siz de fark etmişsinizdir. Bütün firmalar doğaya dost olduklarını deklare ediyorlar; yıllar yılı doğayı katleden, çevreyi kirleten fabrikalar bile. Bu görünür çelişkiyi, Mustafa Kutlu şu şekilde yorumluyor:

“Amerika’nın Irak’ta yaptığı bir petrol savaşıdır ve petrol, sanayi çağının çarkını döndürmektedir. Sanayinin çarkı döndükçe bu savaşlar olacak. Hem insan hem tabiat yıpranıp yok olma noktasına yaklaşacak.

Doğal hayatı, tabiatı ve insanı tahrip eden sanayinin dev şirketleri, etrafa saçtıkları bu ölüm atmosferini dağıtmak için şimdilerde “Yeşil Hareketi”ne sarıldı.

Onlar artık “doğa dostu” bir görünüm veriyorlar, yeşil hareketleri hem oluşturup hem destekliyorlar. Tezleri şu: Kaynakları, tamamen tüketmeden, dünyayı dev bir çöplüğe dönüştürmeden “modern yaşamı sürdürmek” mümkündür.

Hadi canım sen de!

Sokaktaki adamın anlayacağı dilde belirtelim. Modern yaşamı doğuran sanayidir. Sanayi doğal yaşamın baş düşmanıdır. Ondan vazgeçmeksizin “doğa dostu” olunamaz.

 

***

 

Canlı türlerinin üçte biri yok oldu

Londra Zooloji Derneği ile Dünya Doğal Hayat Fonu’nun yürüttüğü ortak çalışmada, son 35 yılda yeryüzündeki canlı türlerinin neredeyse üçte birinin yok olduğu sonucuna varıldı. İki kurum, 1400’den fazla canlı türünün 1970’ten 2005 yılına kadar olan gelişimini inceledi ve sayılarının bu sürede ne oranda gerilediğini tespit etti.

Araştırma sonucunda bu tablonun gelecek 30 yılda daha vahim bir hâle geleceği uyarısı yapıldı.

Araştırmanın sonuçlarına göre, yeryüzündeki tüm canlı türlerinin sayısında 35 yıl içinde yüzde 27’lik bir azalma oldu. En büyük tahribat ise denizlerde yaşandı. Sadece son 10 yılda, deniz canlılarının % 28’i yok oldu. Karada yaşayan canlıların ise dörtte biri yeryüzünden silindi.

Bu durumdan en kötü etkilenen canlılar ise; Afrika antilopları, kılıç balığı ve çekiç kafa denen köpek balığı türü.

Araştırmada bu tablonun sorumlusunun da insan faaliyetleri olduğu belirtildi.

İnsanın doğal hayata en çok zarar veren faaliyetlerinin başında, kentlerin genişlemesi, aşırı avlanma ve kirlilik geliyor.

Bu doğayı yok etme eğiliminin, iklim değişikliğinin etkisiyle önümüzdeki 30 yılda hızlanarak artacağı belirtiliyor.

Dünya Doğal Hayat Fonu’na göre insanoğlu, biyolojik çeşitliliğin azalması, yani bazı canlı türlerinin yok olmasının olumsuz etkilerini yakında hissetmeye başlayacak.

Burada en büyük etkinin, bazı bitki türlerinin azalması ile görüleceği belirtiliyor.

Bunun sonucunda, bitkilerden en çok faydalanan alanlardan olan ilaç üretiminde, özellikle yeni ilaçların keşfinde sorunlar yaşanacak.

Bilim adamları ayrıca, bitki örtüsünün aşınması nedeniyle insanların doğal afetlere karşı daha savunmasız kalacağını ve iklim değişikliğinin etkilerinin derinleşeceğini tahmin ediyor.

 

***

 

Denizin yeşilleri de azalıyor

Halk arasında ‘deniz eriştesi’ olarak bilinen, bilimsel adı ‘Posidonia Oceanica’ olan denizaltı çayırları hızla azalıyor. Ege Üniversitesi Sualtı Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Cengiz Metin, bu bitkinin geçmişte tüm Akdeniz kıyılarında görülürken, ‘katil yosun’ olarak bilinen Caulerpa türlerinin yayılmasıyla sadece Türkiye kıyılarında yaşayabildiğine dikkat çekerek Posidonia çayırlarının, sualtı hayatının en önemli bitkileri arasında yer aldığını ve uzmanlarca ‘denizin ormanı’ olarak nitelendirildiğini anlatıyor.

Fotosentez yaptığı için oksijen üreten bu bitkiler, kıyı erozyonunu engelliyor, birçok canlıya beslenme ve yaşam alanı oluşturuyor. Prof. Dr. Metin, “Posidonia çayırlarını ülkemizde en fazla plaj açma çalışmaları, kıyı dolguları ve sürükleme yöntemiyle yapılan balıkçılık faaliyetleri olumsuz etkiliyor. Sahil bölgelerindeki turizm işletmeleri ve ikinci konutlar, müşterilerinin ve site sakinlerinin denizde daha rahat yüzebilmesi için bunları kökünden sökmeye çalışıyor.” diyor.