TR EN

Dil Seçin

Ara

Çocuk Fıtratında Saklı Sırlar

Çocuğa verilen değer, ona bakıştadır. Sadece dünya hayatı açısından bakıldığında, çocuğa değer vermek için pek fazla sebep göremeyiz. Her türlü yetenek ve beceriyle donanmış bir yetişkinin yanında çocuk, şekil almamış bir hamur mesabesinde kalır. O hamur yıllar içinde binbir zahmetle şekil alacak ve nihayet yetişkin bir insan olacaktır.

Çocuğa böyle bakan bir göz, kaçınılmaz olarak onu ayakbağı gibi görmekten kurtulamaz. Fakat ne zaman çocuğa, bizde kirlenmiş ya da kaybolmaya yüz tutmuş ruh temizliği açısından baksak, o zaman çocuk birden gözümüzde gıpta edilecek bir makama yükselir. Onun masumiyeti ve sıfır kilometre melek fıtratının, dünyadan ve içindekilerden daha değerli olduğunu tam idrak edemesek de, güçlü bir şekilde hissederiz.

Bu sırdan olsa gerek, biz büyükler ne zaman bir bebek görsek onu kucağımıza alır, uzun uzun koklarız. Âdeta ondan bize doğru saf bir ruhsal enerji akışı olur. O anda ruhumuzun nefes aldığını, bebeğin arınıklığından kendimize bir pay düşmekte olduğunu hissederiz.

Öte yandan, insanın önündeki en büyük imtihan da, çocuk yaştaki bu ruh safiyetini yılların akışı içinde koruyabilmesidir. İçindeki çocuğu kaybeden, onunla temasını yitirenler, büyük oranda iyi insan olma fırsatını da tepmiş olurlar. Fakat onu koruyan, o fıtratı ilk günkü gibi temiz tutmayı başaran ya da bu yolda gayret gösterenler, başını şu kirli dünya denizinde yukarıda tutabilmiş ve maneviyatlarına nefes aldırmış olurlar. Bunun için Hazreti İsa, havarilerine, “Çocuklar gibi olun!” diye öğüt vermişti.

Lakin, bu işin bilinçli bir şekilde yapılabilmesi ya da daha iyi yapılabilmesi için bazı şartların yerine gelmesi gerekir. Bunların başında, çocuktaki fıtratın mahiyetini bilmek gelir. Maalesef, bu konu, psikoloji bilimi tarafından bile yeterince araştırılmış ve ortaya konmuş değildir. Oysa çocuk fıtratı ya da tabiatı, bizim nasıl bir yetişkin olmamız gerektiği hakkında en temel bilgileri bize verebilecek doneleri barındırıyor içinde.

Ne kadar zengin bir malzemeyle karşı karşıya bulunduğumuzu daha iyi anlamak için, dilerseniz çocukluğunuzun ilk yıllarına birlikte bir yolculuğa çıkalım. Çocukluk hatıralarından hareket ederek, fıtratımızın önemli bir özelliğini ortaya koyalım. Hazır mısınız?

Bakın, yeni doğmuşsunuz. Gözleriniz sadece karartı olarak görüyor gördüklerini. Elinize dokunulmadıkça, elinizi bir şeye uzatamıyorsunuz. Ağzınıza meme ucu dokunmadıkça, birden düğmesine basılmış mekanizma gibi çalışmaya başlayıp midenize bir şey ulaştıramıyorsunuz. Kısacası, yapıyor göründüklerinizin bile şuurunda değilsiniz. Doğuştan ruhunuz ile bedeniniz arasında sizin kontrolünüz dışında size verilmiş ‘refleksler’ yoluyla hayata tutunuyorsunuz. İradî hareketleriniz yok. Alışkanlıklarınız da.

İşte arı gibi bir nevi sevk-i ilâhî ile yaşadığınız bu ilk bir iki yılda hareketleriniz ne tür esaslar üzerine kuruluydu, hiç düşündünüz mü? Öncelikle şunda anlaşalım: 0-2 yaş dönemini yaşayan her çocuk, henüz ‘durduğu yer’den çok, ‘geldiği yer’e ait bir varlıktır. Buzluktan yeni çıkarılmış gibi buharı üstünde, dokunulmamış, üzerine herhangi bir kir bulaşmamış steril bir varlık… Ruhlar âleminden beden elbisesi giydirilip şu yeryüzüne gönderilmiş.

Hele gözlerini bile doğru düzgün açamadığı o ilk birkaç ayda, bebeğin öteyle olan iletişiminin, burasıyla oslan iletişiminden daha fazla olduğu her halinden bellidir. Hâlâ hayal dünyasında geldiği yerleri düşlüyor gibi bir hali vardır. Uyurken—ki çoğu zaman uyku halindedir—yüzüne düşen tatlı ve sıcak gülümsemeler, henüz çevresinde gördüklerinden kaynaklanmadığına göre, geldiği yerin sükûnet ve huzurundan kaynaklanıp ondan haber vermektedir.

Derken, bebek büyümeye ve etrafındakileri yavaş yavaş görmeye başlar. Düşürüldüğü yerin nasıl bir yer olduğunu algılamaya başlar. Önceden sadece sesini, kokusunu ve dokunuşunu hissettiği annesini gözleriyle görür. Yüzünü fark eder, kendisine gülümsediğini ayırt eder. Ve tıpkı ilk doğum anında Yaratıcıyla ayrı düşmesine hıçkırıklarla karşılık vermesi gibi, annesinin bir an bile yanından ayrılışına ağlamakla tepki vermeye başlar. Annesiyle sağlıklı bir bağlanma gerçekleştirmiş bir çocuğun verdiği doğal tepkidir bu. Annesi yan odaya geçse bile, hemen onun yanına gitmek ister, gidemiyorsa onun gelmesini ister.

Buradan çıkan açık ve kesin sonuç şudur: Çocuk fıtratının (dolayısıyla insan fıtratının) mahiyetinde birlik ve beraberlik (vahdet) vardır. Çocuk fıtratı sanıldığı gibi boş bir levha değildir, vahdet ilkesine uygun şekilde bir ve beraber olma meyli ile beraber doğar. Oysa, varlık âleminin sıfırdan inşa edildiğini bir an hayal etsek, her iki seçeneğin de, yani bir ya da ayrı olmanın eşit derecede mümkün olabileceğine aklen hükmedebiliriz. Her iki seçenek de eşit derecede geçerli olsaydı, dünyaya gelen çocuk, (fiziksel gerçekleri bir anlığına ihmal edebiliriz) kahkaha atmadığı gibi hıçkırıklara da boğulmaz, tepkisiz bir yüz ifadesiyle doğabilirdi. Sonra da annesinden ayrılığa ve kalan ömründe her türden ayrılığa da duygusal bir tepki vermeyebilirdi.

Demek ki bizi yaratan, mayamıza böyle bir fıtrat özelliği koymuş. Ayrılmak istemiyoruz, bir ve beraber olmak istiyoruz. Eğer ayrı isek, kavuşmak istiyoruz. Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: “E, n’apalım şimdi? Fıtratımıza uygun davranacağız diye annemizin dizinin dibinden ayrılmayalım mı?”

Elbette hayır! Bu, sadece çocuklar için normal karşılanabilecek bir durum. Büyüdükçe, bize zor gelse de, yavaş yavaş annemizden uzak kalmaya başlar ve git gide buna alışırız. Sonra ilkokula gideriz. Orada en sıcak, en samimi arkadaşlarımız olur ve onlardan da ayrılırız. Lise, üniversite derken daha pek çok ayrılıklar yaşarız. Bu ayrılıklar, bir küslük yüzünden değildir. Ayrılık, yaşadığımız dünyanın doğal ve zorunlu bir halidir çoğu zaman.

İnsan fıtratı birlik-beraberlik üzerine kurulu olmasına karşılık, işte yaşadığı dünya böylesine bir ayrılık şarkısı söylemektedir. Bu noktada ciddi bir çelişki göründüğünü sanırım siz de fark ettiniz: Fıtrat birlikten, birleşmeden yana; dünya ise mutlak olmasa da nispî ayrılıklarla her zaman can yakıyor. Akla, “Rahman’ın rahmeti buna nasıl izin veriyor?” sorusu geliyor kaçınılmaz olarak.

Rabbimiz kullarının taşımayacağı yükü omuzlarına yüklemez. Evvela, insan çocukluktan çıkıp büyüdükçe, içinde yaşadığı dünyanın sadece yattığı beşikten ibaret olmadığını anlar. Önceden yan odaya bile geçse annesini kendi dünyasının dışına çıkmış sanan çocuk, büyüdüğünde evren algısı genişlediği için kilometrelerce mesafeyi dahi aynı kümenin ortak yüzeyi olarak görebilir. Bu şuurlanma olmasaydı, hiçbir çocuk annesinin dizinin dibinden ayrılamazdı—sırf bu bile, büyük bir lütuf gerçekten. Ayrıca, büyüdükçe içinde sayısız hatıra depolamış olan hafıza, ihtiyaç duyulduğunda, bir ve beraber olmak istenilen kişinin anı envanterini tezgaha döker, hasret bir derece (tamamen değil!) yine giderilir.

Demek ki bizim fıtratımızı bizden iyi bilen Rabbimiz, evrenimiz bir beşikten ibaret iken annemizi hiç ayırmadan başımıza nasıl memur ettiyse, büyüdüğümüzde de ona göre kolaylıklar sağlamış, sağlıyor. Sırf ayrılık ateşinin şiddetini daha az hissedelim, mutlak bir ayrılık hissetmeyelim diye.

Fakat tüm bunlara rağmen, yine de kaçınılmaz olarak ayrılık hissediyoruz. Bu dünyanın çatısına ayrılık yazısı kazınmış bir kere, ne yapsak ondan kurtulamıyoruz. Varlığımızın derinlerinde öyle köşeler var ki, ne öz annemiz, ne en sevgilimiz o köşeleri dolduramıyor. Bunun anlamı ne olabilir?

Sözü dolandırmaya hacet yok: Rabbimiz kendisinden ruh üfleyerek şu yeryüzüne gönderdiği her insan evladını, dünya hayatı içinde nispî ayrılıklara düçar etmek suretiyle, yine Kendisinde birliğe kavuşmaya yönlendiriyor. Gün geliyor anne yetmiyor, baba bile yabancılaşıyor, dost bile düşman oluyor ki, insan Rabbine yönelsin, Onun ile beraber olmayı arzu etsin.

Mayasına böyle bir meyil konmuş insanın. Nasıl kendisine ana rahminde ruh üflendiğinde Rabbiyle beraber ise, ayrılıp dünya hayatına düştüğünde de aynı beraberliğin arayışı ve özlemi içinde oluyor. İşte yaşadığımız tüm ayrılıklar, o beraberliği aradığını insana unutturmamak için. İnsanın tüm hayat macerası, aslında o beraberliğe yeniden—ama bu defa olgun bir muhatap olarak—yanaşabilmesi için.

Şu dünya hayatında her insan evladı, tıpkı Hazreti Âdem ve Havva’nın cennetten yeryüzüne düşürülüşü gibi, her gün her dakika ana rahminden yeryüzüne düşürülüyor. Ve yine tıpkı onların cennette Rableriyle beraberliklerini özleyişleri gibi, her insan—farkında olsun ya da olmasın—kalbinde Rabbiyle beraber olduğu zamanları özlüyor.

İşte, fıtratımızda saklı önemli sırlardan biri bu. Bize de, bu fıtratımızın farkında olarak hayatımızı sürdürmek düşüyor hiç şüphesiz.

Son olarak, makam sahibi büyük zatların “her daim huzurda olmak” diye ifade ettikleri şeyin de konumuzla bağlantılı olduğunu belirtmek isterim. Her daim huzurda olmak, ya da diğer bir ifadeyle, sürekli Allah’ın huzurundaymış (önündeymiş) gibi yaşama cehdi içinde olmak, nerden bakarsanız bakın, yine ruhlarımızın ait olduğu o Yüce Varlığa kavuşma ve ondan hiç ayrı olmama ihtiyacı, isteği ve talebini yansıtır.

Ne dersiniz, kendi fıtratına ve yaratılışına uygun yaşamak adına bir insan bundan daha mükemmel başka bir tercihte bulunabilir mi? Sizin aklınıza geliyor mu?