İnsanoğlu kelime ve kavramlarla dünya üzerinde dünyalar inşa ediyor. Kelimeleri ve kavramları da onun hayatı ve kâinatı nasıl algıladığı ve anlamlandırdığı ile yakından ilgili. Bu algı ve anlam penceresinden kendiyle, başkalarıyla, tabiatla ve Yaratan ile ilişkilerini düzenliyor. Toplumsal ilişkiler ve kurumlar bunun üzerine inşa ediliyor ve işliyor. Zamanla da kanıksanıyor içine doğulan toplumun genel geçer kabul ettiği yapı ve işleyiş formları.
İnsani krizlerle boğuşmakta olan günümüz dünyasını şekillendiren ana unsurların, daha çok Batı’nın kendi tarihi tecrübesi sonucunda ulaştığı düşünce ve anlayıştan neşet eden kelime ve kavramlar olduğunu biliyoruz. Dünyanın farklı yerlerinde yaşayan, farklı inanç, siyasi, ekonomik ve sosyolojik gerçekleri olan ve farklı tarihi tecrübelere sahip nice toplumlara, doğrudan veya dolaylı olarak, evrensel kabul edilen bu değerler ile donanmaları ve şekillenmeleri gerektiği dayatması yapıldığını da. Daha hümanist, gelişmiş ve medeni bir dünya iddiası ile yola çıkılmıştı. Bugün ise insanın, insanlığın ve dünyanın tüketilmesini konuşuyoruz.
Yeni arayışların bizi getirdiği noktada bilişim teknolojilerinin sunduğu alternatifler gündeme düşüyor. Çok temel insani meseleleri insanla çözmek yerine insanımsı robotlara çekiliyor dikkatlerimiz. Yine insanoğluna bunca zamandır yurt olan mavi gezegenin yirmi birinci yüzyıl sakinleri için, dijital gerçekliği deneyimleyecekleri ve mutlu olacakları vaadiyle siber dünyalar kuruluyor. Bize yurt kılınan dünyamızın kıymetini bilmek, ona zarar veren yanlışlardan dönmek ve yeniden imar çabasına girişmek yerine.
Bugün sonuçları konuşuyoruz. Farkındalık önemli ancak değişimin gerçekleşmesi için tek başına yeterli değil. Uzun zamandan beri kabul görmüş, toplumun genel geçeri olmuş alışkanlıkların veya davranış kalıplarının değişmesi için önce bakış açısının, düşüncenin değişmesi gerekiyor. Bizi bu sonuca getirenin ne olduğunu bilmek, değişime nereden başlamak gerektiği konusunda bize ışık tutacaktır.
Düşüncenin, tasavvurun ifadesi olan kelime ve kavramlarla dünya üzerinde dünyalar inşa edildiğini ifade etmiştik. İşte bu noktada insanın, insanlığın ve dünyanın tüketilmesi bahsini izah etmeye çalışırken başlıkta yer alan Latince ifade, “Jus utendi et abutendi”, anlam kazanıyor. Batı medeniyetinin sacayaklarından biri olan Roma hukukunun “mülkiyet”e dair temel yasası veya mihenk taşı olarak kabul edilen bu ifade, “kullanma ve tüketme hakkı” anlamına geliyor. Mülkün sahibine mülkü kullanma, sahip olunan üzerinde mutlak tasarruf hakkı tanıyor. Buna göre, bir şeye sahip olan onu kendi menfaati doğrultusunda istediği gibi kullanabilir ve tüketebilir.
Günümüz tüketim toplumundaki işleyiş ve ilişki biçimlerine baktığımızda, birbirinden bağımsız görünen pek çok meselenin aslında bu anlayışın farklı yansımaları olduğunu fark ediyoruz. Dünya kaynaklarının sorumsuzca kullanılmasından bu kaynaklara erişim için sürdürülen savaşlara, emeğe saygı duymamaktan çalışanların alın terlerinin hakkını gereğince vermemeye, üretim tüketim çarklarına hizmet ettiği müddetçe bir anlamı olan ama onun dışında çok kolay gözden çıkarılabilen insan teklerine ve dünya toplumlarına ve hatta türlerin yok olmasından toprağın ölümüne kadar bugün şahit olduğumuz nice gayri insani durum ve hayatı tehdit eden tehlikelerin kökeninde bu bencil mülkiyet anlayışının etkilerini görebiliriz rahatlıkla.
İnsan kaynaklı sorunların çözümünde anahtar yine insanda. Karşımızdaki tablo, ben merkezli / bencil düşüncenin / mülkiyet anlayışının bir sonucu. Bunun değişmesi için yeniden ve hakkaniyetle düşünmek durumundayız. İnsan akıl sahibi, iradesi ve vicdanı olan bir varlık. Akleden kalbine danıştığında bağ kurabilen ve insafı elden bırakmadan anlam dünyaları inşa edebilen; irade gibi bir nimeti doğru yönde kullandığı takdirde gerçek kahramanı kendi içinde taşıdığını müdrik; vicdanına kulak verdiği takdirde varoluş içinde sınırları ve sorumlulukları ile bir yeri olduğunu bilebilecek bir varlık. Bu potansiyel ile donatılarak yeryüzüne gönderilen insan, ilahi kelâm rehberliği ve âlemlere rahmet Peygamber Efendimiz’in (sav) örnekliğinden de mahrum bırakılmamış.
“Sahip olduğun şeyler üzerinde sonsuz tasarruf hakkına sahipsin” diyen anlayışın insanlığı ve dünyayı getirdiği çıkmazdan bir yol bulmak için, kendi değerlerimizden hareketle ve asli kaynaklarımızdan beslenerek düşünce ve davranışlarımızı yeniden şekillendirmek gibi bir imkân var. Mesela varoluşun içindeki her şey anlamında eşyaya “sahiplik” değil “emanet” nazarıyla bakmamızı ve öylece ihtimam göstermemiz gerektiğini vaaz ediyor inancımız. “Mülkün Sahibi Allah’tır” çünkü. Helalinden kazanmalı. Ben kazandım istediğim gibi harcarım demek yok, israf yok… Emek ve alın teri ile yüklenilen bu emanet üzerinde yetimin ve yoksulun da hakkı var… Paylaşmak gerek, arınmak gerek… Bu bakış açısının ve anlayışın içselleştirildiği ve güzel temsiller ile hayata geçirildiği bir dünya başka bir dünya olacaktır şüphesiz.
Fert fert değişim ve bunun dalgalar halinde yaygınlık kazanıp topyekûn iyiliğe evirileceği umudu… Geride bıraktığımız Ramazan ayı böyle bir dünya özlemi ve idealinin bir tür temrini değil miydi aslında? Rekabet, koşturma, bir yerlere yetişme, bir şeyleri yetiştirme, hep edinme ve biriktirme telaşlarından biraz olsun sıyrılıp, iç dünyamızda ve sosyal ilişkilerimizde farklı bir iklime girdiğimiz bir kutlu süreç. Hayatın yavaşlayarak da yaşanabileceğini, bedensel ihtiyaçlarımızın yönetilebilir olduğunu öğrendiğimiz, kalbimizi ve ruhumuzu daha bir yakinen hissettiğimiz, birlikte yaşadığımız insanlarla kardeşlik duygularımızın pekiştiği güzel günler… O iklimde yakaladığı güzellikleri tüm yıla ve hatta ömrüne taşımak gibi bir niyetle Bayrama erişenlere ne mutlu. Farklı bir dünyanın mümkün olduğu inancımızı pekiştiren de böyle güzel niyetli ve gayretli insanların varlığıdır vesselam.