TR EN

Dil Seçin

Ara

“Gafil-i Bî-Baht” Ve Kaşıkçı Elması

Meşhur Osmanlı tarihçisi Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Zübde-i Vekâiyât isimli eserinde 1656-1694 yılları arasında yaşanan olayları tafsilatlı olarak anlatır. Bu eserinde Zuhûr-u Elmas-ı Kıymet ifadesiyle bir elmastan bahseder ve çok ibretli bir hikâye aktarır.

Defterdar Sarı Mehmet Paşa, konuya “İstanbulda Eğrikapı mezbelesinde (çöplüğünde) bir müdevver (yuvarlak) taş bulan gafil-i bî-baht (bahtsız bir gafil)” ifadesiyle başlar. O elması bulduğu halde, değerini bilmeyen, değerinden habersiz ve umarsız olan, üstelik bir araştırma gereği bile bulmadan, sadece üç tahta kaşık karşılığında elması çekinmeden veren kişiyi gafil-i bî-baht şeklinde niteler.

Ama elmas bu ya, uzun, maceralı ve engebeli yollardan geçtikten sonra yine değerini bulur.

Eğrikapı çöplüğünde bulunan ve üç kaşık karşılığı el değiştiren elmas, bir yaymacının, yani günümüzdeki karşılığıyla işportacının elinde de fazla durmaz. Çünkü o da, daha fazla kâr edeceğini düşünerek, elindeki taşı on akçeye bir kuyumcuya satar. Bu kuyumcu da, hemen meslektaşı olan başka bir kuyumcuya gösterir. Kısa zamanda, bunun kıymetli bir elmas olduğu anlaşılır. Bunun üzerine hisse konusunda iki kuyumcu arasında anlaşmazlık çıkar. Derken durum dönemin Kuyumcubaşısına intikal eder. Kuyumcubaşı, her iki kuyumcuya da birer kese akçe vermek suretiyle elması ellerinden alır. Daha sonra durumdan haberdar olan Vezir-i Âzam Mustafa Paşa da böyle bir hazineye sahip olmak ister. Ancak olay Padişah tarafından duyulduğu için, emir verip getirtir. Kısa bir süre sonra, bunun eşi benzeri görülmemiş bir elmas olduğu anlaşılır ve devrin padişahı Dördüncü Mehmet tarafından hazineye alınır.

Gerçi o gafil-i bî-baht adamın hakkını yemeyelim. Neticede o da, o koskoca ve paha biçilmez elması “mezbeleden” yani çöplükten bulmuştu. Çöplükte olmakla, üç tahta kaşığına takas edilmek yine de bir değer bulmanın emaresi olabilir. Sonraki her merhalede de, değerbilirlerin derecesi yükseldikçe, parlak taş parçası olmaktan elmas olmaya doğru epey bir merhale peş peşe geliyor. Neticede, Bediüzzaman’ın şu veciz ifadesi tam da bu tablonun tercümanı oluyor: Eşi bulunmaz bir elmas paslanmış olsa da daima cilalı bir cama tercih edilir.”

O halde anladık ki, bir şeyin değer kıstaslarından birisi, o şeyin değerinin, değer kazandıran özelliklerin bilinmesidir.

Hadisenin bir diğer ciheti, değer ve kıymet taşıyan şeyle alâkalı. Değer taşıyan meta, değerini anlayan, bilen ve değer verenler bulunmasa dahi, eninde sonunda değerinden anlayanların eline ulaşır. Bu anlaşılma süreci ne kadar uzun olursa olsun fark etmez. Örneğin, o üç kaşıkla değiştirilen Kaşıkçı Elması belki milyonlarca sene, yerin derin katmanları arasında, bir maden olarak kalmıştı. Onu bin bir güçlükle yerin katmanlarını kazıp, gizli ve karanlık mekânından gün yüzüne çıkaran ellerden diğer ellere geçmiş, onu tutan her elin sahibi onun değerini biraz daha fazla anlamıştı. Belki yüzlerce sene, onu eline geçiren her şahıs hazine sandığının karanlığında saklamış, kem gözlerden, haris ve kanun tanımaz ellerden kaçırmanın ve gizlemenin telaşına düşmüştü. Belki elmasa elmas değerini, hattâ daha fazlasını veren ellerin kana bulanmasına, cansız düşmesine ve azgın düşmanlıklara vesile olmuştu. Belki o elması bir mezbeleye düşüren süreç de böyle gerçekleşmişti. Belki değerini çok bilenlerin içinde bulundukları halet-i ruhiyeye göre, hiçbir şeyden habersiz bir bahtsızın konumu çok ama çok daha fazla insanî ve masumane idi.

 

Modern gâfil-i bî-bahtlar

Bu satırları okuyanlar elmas kelimesinin mânâsını iyi bilirler. En azından onu çöplükte bulandan daha fazla bilirler.

Elimize belki ömrümüzün sonuna kadar bir elmas geçmeyecek. Belki Kaşıkçı Elmasını en iyi ihtimalle Topkapı Sarayındaki müzeyi ziyaret etmekle yakından görebileceğiz.

Ama o elmasla kıyaslanamayacak ölçüde değerli elmaslarımızda var bizim. Gerek ruhumuzdaki, gerekse bedenimizdeki tüm güzellikler, istidatlar, kabiliyetler o elmastan daha mı az değerli? Her birisinin özellikleri, mahiyeti ve bize veriliş hikmetini bilirsek, o elmasın bunların yanında bir cam parçası kadar bile değerinin olmadığını anlarız. Yok eğer, biz bize verilenlere cam parçası muamelesi yaparsak, bu bizi ne dünya, ne de âhiret mutluluğuna götürür. Neticede tam bir hüsrana uğrarız.

Öyleyse bize ihsan edilen ilâhî lütufların ardındaki mânâyı, hakikati ve hikmeti iyi anlayıp ona göre davranmamız lâzım ki, o fani ve geçici elmaslar yerini, bakî ve daimî elmaslara bıraksınlar.

İşte, her birisi paha biçilmez elmasları andıran nimetlere karşı yapılacak şükürle o nimet, bir nur, uhrevî bir cennet meyvesi olur. Verdiği lezzetle, Cenâb-ı Hakkın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk verir. Bu gibi mânevî lübleri, hülâsaları ve mânevî maddeleri ulvî makamlara gönderir. Maddî, tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren maddeler aslına, yani anâsıra inkılâp etmeye gider.

Eğer şükredilmezse, o geçici lezzet, zeval ile yerini elem ve teessüfe bırakır. Kendisi dahi bir atık haline gelir. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalb olur. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir sûrete döner. Çünkü, o gafile göre rızkın âkıbeti, geçici bir lezzetten sonra atılıp defedilen bir özelliğe bürünür.

Bu verdiğimiz iki örnekten hareketle, yaşadığımız, gördüğümüz, gözlemlediğimiz, değer verdiğimiz veya vermediğimiz her şeyi yukarıdaki formüle uygulayabiliriz.

Uygulamalarımız bizi hem elimizdeki gafletten dolayı göremediğimiz, bilemediğimiz, farkına varamadığımız ve bütün bunlar yüzünden değer atfetmediğimiz nice elmasların varlığına götürecektir. O elmasları tanıdıkça gözümüzdeki değeri artacağı gibi, neticede değeri sınırsız elmaslara, maddî elmasların yanında kömürden bile değersiz kalacağı âhiret elmaslarına ulaşmamıza vesile olacaktır.

Dünya mezbelesinde elmas aramaya yetecek ne zamanımız, ne imkânımız var.

Elimizde tuttuğumuz sayısız elmasları zayi etmemek zamanı.

Aksi takdirde, Kaşıkçı Elması’nı üç kaşığa satan adamdan daha gafil ve daha bahtsız olma akıbeti bizi beklemekte.