TR EN

Dil Seçin

Ara

Aşırı Ebeveynlik

Aşırı Ebeveynlik

Tefrit asrından ifrat asrına hızlıca geçiş yaptıysak, bu hususu da masaya yatırmanın vakti geldi geçiyor. Önceden insanlar bilmemekten yanlış yapardı, şimdi de çok bilmekten yanlış yapıyor gibi. Asrın bu tehlikeli (ilim!) hastalığından annelik de nasibini almış bulunuyor.

Tefrit asrından ifrat asrına hızlıca geçiş yaptıysak, bu hususu da masaya yatırmanın vakti geldi geçiyor. Önceden insanlar bilmemekten yanlış yapardı, şimdi de çok bilmekten yanlış yapıyor gibi. Asrın bu tehlikeli (ilim!) hastalığından annelik de nasibini almış bulunuyor.

İlimlerin en hayırlısına müştak olma duasıyla biz de kolları sıvadık. Kur’an-ı Kerîm’in de talimiyle bu meseleyi bir değerlendirelim istedik.

Cenab-ı Hak, kadına annelik ile ulvi bir makam veriyor. Hamilelik ve sonrasında doğumla beraber kadını maddi-manevi cihâzâtlandırıyor. Hatta yine rahmetindendir ki, doğum ile annenin günahlarının tamamının bağışlandığı rivayet ediliyor.

O vakit kadın için annelik, yepyeni bir başlangıç demek aynı zamanda. Yeniden doğmak, yeniden dirilmek hem de çok daha hassas mizanlarla…

Ayrıca, “Benim!” diyerek sahiplendiğimiz evladımıza şefkatle bakabilmek için tüm donanımı zaten Cenab-ı Hak veriyor. O zaman âciz yavrulara şefkat ile baktıran Allah’tır. Bu noktada inancımızı tekrar kavîleştirerek işe başlayalım.

Doğum için hastaneden gün aldığımızda, bir gece öncesinden odanın bize tahsis edileceğini söylemişlerdi. O zaman bunun sebebini anlayamasam da hastanenin doğum odalarının olduğu bölüme girdiğimde meseleyi anlamıştım. Odalar kapıdan itibaren süslenmeye başlıyor, içerisi değişik ikramlarla, balonlarda dolu. Kapının dışında ışıklandırma ekibi ayrı, kamera ekibi ayrı, fotoğraf çekim köşeleri ayrı… Zannedersiniz ki film çekiliyor.

Evet, bir çocuk dünyaya geliyor, bir emanet veriliyor. Kâinata halife olacak donanımda bir çekirdek şehadet âlemine geliyor. Fakat bu ulvi duyguları böyle süslü malzemelerle bastırıyorsak, sun’î şölenlerle annelik vazifemizi yaptığımızı düşünüyorsak, üstelik hamilelik ve doğum sebebiyle iman davasındaki pek çok vazifemizi de ihmal edip, çocuğumuzun doğduğu odaya böylesine bir emek verdiysek; artık şöyle bir durup silkelenme vakti geldi demektir.

Helal daire keyfe kâfidir, helal dairedeki bu kutlamalara tabi ki diyecek sözümüz yok. Fakat iman ehli olarak kurmamız gereken dengeyi anlatabilmişizdir umarım.

Nedir aşırı annelik, tabir-i diğerle aşırı ebeveynlik?

Aşırı ebeveynler çocuğun hayatında gereğinden fazla var olur. Gereğinden fazla yardımda bulunur, onun adına pek çok işi yapar. Bu da çocukların problem çözme becerisine zarar verir. Şuan insan beynindeki karar verme mekanizmasının tam manasıyla 25 yaşında geliştiği söyleniyor. O da gelişirse! 13, 17 yaşlarındaki Osmanlı Padişahlarını düşününce buruk bir tebessüm kalıyor yüzümüzde. Üstelik çocuklarının hayatında aşırı var olan anneler, kendi hayatlarından neredeyse istifa etmişler demektir.

Aşırı ebeveynler çocuklarının fiillerine çok fazla minik müdahalelerde bulunurlar; “hızlı yürü, düzgün yürü, şuraya otur” gibi düzeltici, kaygılı, mükemmeliyetçi müdahaleler… Bu uyarılar da aşırıya kaçtığında çocuğun duygularını, dolayısıyla kendisini tanımasına engel olur. Anne de kendi zihninde çizdiği “Mükemmel çocuk” şablonuna kendi çocuğunu oturtmaya çalışır.

Aşırı ebeveynler çocuğunun mutluluğuna endekslidir. Can sıkıntısı, zorlanma, üzüntü, hayal kırıklığı yaşamasına müsaade etmez. Oysaki mutlu çocuklar değil, mutmain çocuklar yetiştirmek durumundayız.

Aşırı ebeveynler, çocuklarının her isteğinin hemen karşılanmasına odaklanırlar. Hatta bunun için pek çok fedakârlık yapıp, kendi hayatlarını da bunun üzerine kurarlar. Maalesef şunu da söylemek durumundayım ki, çocuklarımızın isteklerinin hepsini ama ihtiyaçlarının pek azını karşılıyoruz. Çocuk ister, anne ve baba bu isteği ölçüp tartar. Aile ve dini değerlerine uymuyorsa kabul etmez. Çocuk sınırlandırıldığı zaman anlık olarak tepki verse de aslında güven hisseder.

Medineli âlim Ali Ulvi Kurucu’nun kendi anlatımıyla bir hatırasını ekleyelim:

“1947 yılı bir Ramazan günü idi. Hiç unutmam Ağustos ayındaydık. Öğle namazında Harem-i Şerif’ten geldim. Soyundum; su dökünüp istirahat edeceğim. Annem seslendi:

“Oğlum, komşu bakkaldan pirinç alıver. Akşama pilav yapacağım. Namazdan önce sana söylemeyi unutmuşum. Hadi git de pirinç getir…”

Sesimi çıkarmadım, ama çok sıkıldım. İçimden söylendim:

“Be mübarek valide! Bir saat evvel namaza çıkarken sana sordum; ‘Anne, ben namaza gidiyorum. Bir isteğiniz var mı?’ dedim. ‘Hayır oğlum, salimen git, salimen gel, Allah namazlarını, dualarını kabul eylesin’ diyerek, güzelce beni uğurladın. Şimdi soyundum, su dökünüp, biraz dinleneceğim. Bakkaldan pirinç istiyorsun. Dışarıda sıcak elli derece, müthiş bir sam rüzgârı esiyor…”

Neyse, giyindim, bakkala yollandım. Oturduğumuz Bâbulmecîdî mahallesinde Abdülhadi amca bakkalımızdı. Yaşlı, muhterem bir zat idi.

Abdulhadi Amca’ya vardım. Baktım, kapısının üzerine bir zincir asmış, o zincire tutunmuş, ayakta duruyor. Hem dükkânda bulunduğunu gösteriyor, hem de gelen müşterileri karşılıyor. Yaklaşınca, bir taraftan da şu tesbihe devam ettiğini duydum:

“Subhânallahi ve’l-hamdulillâhi ve lâilâhe illâllâhu vallâhu ekber…”

Kendisine selam verdim. Selâmımı aldıktan sonra ilk sözü şu oldu:

“İster misin, Allah sana da cennette bir bahçe diksin?”

“Hayırdır inşallah, Abdulhadi Amca!”

“Oğlum, Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, Cenab-ı Hak: “Bir defa subhânallahi ve’l-hamdulillâhi ve lâilâhe illâllâhu vallâhu ekber diyen kuluma, ben cennette bir ağaç dikerim. Cennete geldiğinde, cemalimle müşerref olacağı, mükâfatını alacağı, rahmetimi göreceği gün, bir de bahçesi olacaktır, buyurmuştur, diye müjdelemiştir.”

“Gerçi sen bilirsin bunu ya, ben hatırlatmak için söylüyorum. Hele şu Ramazan gününde yapılan tesbihlerin, oğlum, daha çok tesiri oluyor. Gerçi sen hâfızsın, tabii Kur’an-ı Kerîm okursun, virdin de vardır. Ama onları bitirince, bu tesbihe devam et; bu tesbih çok faydalıdır. Bir de Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme salâvatı unutma. Tesellin bu olsun, zikrin de bu olsun, fikrin de bu olsun...”

Oturup dinlenmemi teklif etti. Oturdum.

“Efendim, valide pirinç istedi.” dedim. Pirinci verdi. O sırada gayri ihtiyarî ağzımdan şu söz çıktı:

“Bugün biraz sıcak değil mi?” dedim.

“Na’am, velâkin ed-dînu kaviyyun yâ veledi... Evet, fakat ey oğlum, din daha kuvvetli...”

Dükkânında hep öyle zincire tutunup ayakta dururdu. Zincirin bir de kulpu vardı. Parmaklarını ona geçirir, dururdu. Müşterilerini karşılardı. Herhalde yorulmamak için zincire tutunurdu. Ama neden ayakta dururdu, bilmem. Belki müşterilerine karşı bir hürmet alâmetiydi. Öyle karşılar, “Ehlen ve sehlen, buyurun.” derdi. Güler yüzlü, hayır sözlü bir zat idi. O zamandan sonra onun o sözü hiç aklımdan çıkmadı:

“Evet, sıcaktır, fakat din ondan daha kuvvetlidir.”

Bu örnekle bir alimin nasıl yetiştiğini görmüş oluyoruz. Anne olarak şefkatimizle onu nasıl terbiye etmemiz gerektiğinin sayısız örneği var ecdadımızda. O vakit fenomen annelerin çocuklarıyla yaptığı etkinliklere, gezilere bakıp da hayıflanmak bizlere yakışmaz.

O zamanlar bir anne evladını bakkala göndererek imanının kavîleşmesini sağlıyormuş, şimdi bizler evlatlarımızı nur medreselerine, iman yuvalarına, camilere göndererek, tercihlerini bu şekilde yapmasını telkin ederek ve bu noktada onlara fiilen örnek olarak yetiştireceğiz.

Veyahut tüm eğitim merkezlerinde öğrendiği her türlü ilmin birer “Marifetullah” ilmi olduğunu öğretecek, uzun uzun anlatacağız inşallah.