Vicdan sahibi, merhamet sahibi her insan; masum ve mazlumların başlarına gelen musibetlerde aynı ızdırabı haykırıyor: “Bu masumlara medet eden yok mu? Neden Rabbimiz bu kötülüklere müsade ediyor? Neden engel olmuyor? Neden masum insanlar savaşlarda, deprem ve sel gibi musibetlerde ölüyor/öldürülüyor, malları ellerinden gidiyor? Neden…”
Evet bu ardı arkası gelmeyen bu sorular merhametin kalplerden taşıp, coşmasının ve çaresizliğin sebep olduğu haykırışlardır.
Öncelikle biz inananların şunda şüphesinin olmaması lazım: Kendisini Kitab’ında 114 surenin başında Rahman ve Rahîm olarak takdim eden, her yavrunun rızkını doğar doğmaz annesinin sinesinden akıtan, hayvanlardan bitkilere kadar her canlının her ihtiyacını karşılayan Rabbimiz, merhametlilerin en merhametlisidir. Zulüm, insafsızlık ve adaletsizlikten münezzehtir.
O halde “bunca şer gözüken hadiseleri nasıl değerlendirmemiz lazım?” diye düşünürken yüce Kitabımızda cevabını buluruz:
“…Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz…” (Bakara, 216)
Bu ayet bize şerlerin altında hayırlar olduğunu, olabileceğini hatırlatır. Savaşa asker göndermek şerdir, ama eğer bu şerre göğüs gerilmez ise; düşman yurdu istila eder; mal, namus payimal olur ve daha büyük şerlere sebep olur. Demek ki, şer gözüken cihada asker göndermenin neticesi hayırdır. Bunu biz her olayda göremeyiz, anlayamayız. Bize düşen o şer gibi gözüken hadiselerde kaderin hükmüne güvenmek, gerektiği zaman boyun eğmektir.
Yine mesela kangren olan elin kesilmesi zahiren şerdir, çünkü el gidecektir, sakat kalınacaktır. Ama el kesilmez ise, kangren kola yayılır kol gider. Kolu kurtarmak için, el kesilecek, küçük şer büyük şerre engel olacak, şerrin altından hayır çıkacaktır. Kur’an-ı Kerîm’de Hazreti Musa ve Hızır kıssası, bize şer gibi gözüken hadiselerin altındaki hayırları gösteren harika misallerle doludur. (Kehf Suresi, 60-82)
…
Sonrasında şunu da hatırda tutmamız lazım: Bu dünya imtihan dünyasıdır, her an sınavdayız. Başımıza gelen her şey, tüm kötülükler, günahlar, haramlar, musibetler, belalar ve şerler de bu sınavın soruları… Vereceğimiz cevaplar da bu dünya okulundan mezuniyet notumuzu belirliyor.
Sınavda “Neden sorular var? Öğretmenlerimiz bizi sevmiyorlar mı? İdarecilerimiz ne kadar merhametsiz. Bizim mezun olmamızı istemiyorlar, bize zulmediyorlar…” demediğimiz / diyemediğimiz gibi “Neden bu imtihanlar var, neden bu musibetler bu kadar çetin?” de dememek gerekiyor.
Eğer her musibette sadece inanmayanlar ve kötüler ceza görseydi ve masumlar görmeseydi, o zaman imtihan olur muydu?
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155)
…
Şunu da unutmamak gerekir ki; her şey ya bizzat güzeldir veya neticeleri, sonuçları itibarıyla… Böyle musibetler elbette bizzat güzel değil, ancak sonuç itibariyle çok güzel neticeler vücuda getirir: Mesela masumların başlarına gelen tüm musibetler, onların manevi mertebesinin artmasına, günahlarının silinmesine, belki şehadet ile cennete, yani ebedî saadet yurduna gitmelerine vesile olur.
Yine aynı şekilde böyle musibetlerde zayi olan mallar sadaka hükmüne geçer. Yani fani mal, ebedîleşir, ebedî âlemde saraylara dönüşür. Maraş depreminde her şeyini kaybeden birine halini hatırını soruyorlardı, verdiği cevap mü’min bir kalbin sesiydi: “Ben ömrümce ne kadar sadaka versem de bir defa da tüm malımı sadaka veremezdim, Allah’a hamdolsun, tüm malımı sadaka olarak aldı…” Allah kabul etsin… Bu teselliyi imandan başka ne verebilir?
Eğer bu musibetlere maruz kalan biz isek; o zaman da musibetlerin günahlarımıza, hatalarımıza kefaret olduğunu ve ahiretteki makamımızın yükselmesine vesile olduğunu düşünmeli teselli bulmalıyız. Bakın şu hadis bizlere bu hakikati müjde vermektedir:
“Ümmetim, merhamete uğramış bir ümmettir. Ahirette azap görmeyecektir. Onun azabı (hatalarının karşılığı, cezası), dünyada başına gelen fitneler/ağır imtihanlar, depremler, masum yere öldürülmeler gibi felaketler şeklinde verilir.” (Ebu Davud, Fiten, 7)
Yine Ebu Hureyre’nin (ra) naklettiğe göre Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu:
“Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buharî, Marda, 1; Müslim, Bir, 52)
…
O halde; musibetzedelere merhamet etmek, elimizden gelirse maddi ve manevi destek olmak vazifemizdir. Eğer musibetzede kendimiz isek, sabretmek ve mükâfatını düşünmek gerekir. Ancak mükâfata nail olmanın sırrı şudur ki; haddimizi aşmamalı, Rabbimizi hesaba çeker gibi ifadeler kullanmamalıyız. Allah’ın rahmetinden ileri rahmet olmayacağını/olamayacağını bilmeliyiz vesselam…