“Eylül! Öyle bir ay ki, geçen her güzel günü için ona minnettar olmak gerekir.”
— Mehmet Rauf
Hikâyeci hikâyeler içinde... Dallarında kızarıp toprağa sözlerini bırakan yapraklar gibi, başına hikâyeler konuyor. Hayatların içine düşüp yüreği kabarıyor. Kırılgan bir mevsimin içinden geçiyor günleri.
Biz de...
Kış bir kez daha dudaklarını uzatmak üzere. Baharda yeşeren, insana umutlar aşılayan yapraklara konulmuş kızıl öpücüklerle irkildiğimiz eylülden geçiyoruz. Kızıl bir renk basıyor havayı. Dokunduğumuz her şey hüzne düşürülen bir şerh oluyor.
Bir ömürlük misafirliğimiz var. Başı ve sonu belli bir vakti yaşıyoruz.
Annelerimizin evrenine bir tohum olarak düşüyor, ordan bahara çıkıyoruz: diriliyoruz...
Üzerimize doğan güneşle, gecelerimizde asılı kalan ay ve günlük-güneşlik zamanlarımıza doluşanlarla birlikte yazdan içeri giriyoruz:
ISINIYORUZ...
Yaz, çıktığımız bir zirvedir. Geçmiş ve gelecek en çok burada, yazda gözümüze giriyor. Çocukluğu geride bırakıyor, gençlik dediğimiz şeyin biraz dışına çıkıyoruz. Belki de bu sebeple, ilk kez yazda tedirgin oluyoruz.
Geçmişle gelecek arasında gidip gelmenin tedirginliği içinde kendimizi tatilde buluyoruz.
Bahar bitmiştir; doğuşun ve diriliğin izlerini taşıyan yazı yaşıyoruzdur.
Bizi alıp kışın içine bırakacak sonbahar treni de istasyonumuza girmek üzeredir. Bir ayağımızla temasımızı sürdürdüğümüz geçmişten kopamazken, diğer ayağımızla konduğumuz gelecekten de gözümüzü alamıyoruz. Dört elle sarıldığımız çok fazla bir şeyimiz olmuyor bu mevsimde. Her şey, kısa bir süre sonra gevşeyen parmaklarımızın arasından kayıp düşüyor. Kırıklar birikiyor içimizde. Yüreğimizdeki çiziklere yenileri ekleniyor.
Hayır, elimizden gelen fazla bir şey yok! Hayatımız bütünüyle tercihlerimizin çocuğu olamıyor. Yönümüz; bizi aşan, üstümüzde olan bir iradenin varlığa saldığı akışta belirleniyor.
Yazı, mağlûbiyet-zafer, zafer-mağlûbiyet arası gidip gelen neticelerle bitiriyoruz. Kış, ellerimizi gözlerimize siper yapıp izlediğimiz geleceğin içinden başını çıkarıyor. Bu kadarıyla bile hafiften üşümeye başlıyoruz. Yaz düşleriyle inip kalkan saçlarımız, kar beyazına ait izlerle işaretleniyor.
Ömrümüzün eylülüne karışmışızdır artık. Tarihimiz, bizi yoklamaya başlıyor:
HATIRLIYORUZ...
Ve biliyoruz ki, her hatırlama biraz hüzün doğurur.
Bütün bir eylül hatırlamayla, hüzne batmış anlarla geçiyor.
Dallarımızda bir umut olarak yeşeren tohumlar, yaz ile kıvamını bulan meyvelere dönüşüyor; eylülün kırılganlığında ise, yaralanıyor. Kendimizi kendileriyle anlamlandırdığımız meyvelerin böylesine ölümlü oluşu, hayatı bize yeniden okutuyor. Eylüle daha fazla asılıyoruz; her güzel gününe, bahardan ve yazdan bir hatıraymış gibi sarılıyoruz. Hüznümüze heyecan karışıyor. Kıpır kıpır duygu trenleri geçiyor içimizden. Düşen her yaprakla vaktimizin biraz daha azaldığını hissediyor, kışa hazırlanma gereği ile bu güzel günlerden biraz daha haz alma isteğinin çakışması içinde bocalıyor, öylece kışa yakalanıyoruz.
Kış, önü açılmış sular gibi akıyor üzerimize. Telaşeyle geçmiş ömrün birikimiyle, bir başka bahara yürüyoruz. Vardığımız yerde, kilerimizde birikenlerle yetiniyoruz. Binbir çiçek tozuyla yeşillenmiş bir dağ, ya da üzerinden akan suları tutmayan bir kayalık, bir bozkır buluyoruz.
Burada, bir ömürlük misafiriz. Ve bu misafirliğin de bir tek sahici eylülü vardır. Bir ömre sığdırdığımız yürüyüşte, onlarca eylülle tanışıyor, öylece sahici olana varıyoruz. İçinden geçtiğimiz her eylül, sahici olana bir remiz, bir işaret oluyor. Bedenimizde konuklanan ruhumuz, sahici eylülünde kızıllaşıp yüzünü gideceği yöne çeviriyor:
TİTRİYORUZ...
Hikayeci bu eylülde, sıtmalı bir hasta gibi yaşıyor. Bahar ve yazdan kalan hatıralar yokluyor kendisini. Bugününe konan hikâyelerin yüreğine attırdığı çizikler, onu kesik kolların yalnızlığına bırakıyor. Roman kahramanları Suad, Necip ve Süreyya’nın yanıbaşına düşüyor. Beyoğlu’nun arka sokaklarında soluduğu karanlığı, Suad’ın dizi dibine boşaltıp rahatlayan Necip oluyor.
İyilik basıyor hikayeciyi. İyiliğinden Suad çıkıyor. Yırtılması zor görünen ağ canını acıtıyor sonra. İçinde başlayan yolculuk, Süreyya’nın terkedilmiş yüzüyle boşlukta eriyor. Kement atıyor yüreğine çaresiz; yaralarını ‘ateş’le dağlıyor.
Hikayeci şimdi, kesik yalnız kolların sızısı içinde.
Eylül geldi ve gidecek.
Suad ve Necip, bir alevin orta yerinde küle duruyorlar.
Anka kuşu!...
Acıları uzatan umut!...
Ey aşk!...
Küllerinden yeniden dirilecek misin?