TR EN

Dil Seçin

Ara

Yas Evine Yolculuk

Annesi, günün telaşesinde dağılmış zihnine bir haberi düşürmüştü. Büyük ailenin şuraya buraya dağılmış fertlerinden olan Aziz amcası vefat etmişti. Uzak kentin merkezî mekânlarından Ulu Cami’de kılınmış cuma namazından sonra gerçekleşen vefat haberiyle karıştığı yoğunluktan sıyrılmış, zihnindeki Aziz Amca görüntüsünü parçalara ayırıp okumaya başlamıştı. Ölümle hemen silinecek, kısa bir zaman sonra da zihinlerden düşecek bir görüntüsü yoktu Aziz amcasının. Yüzlerce hayata karışmış güleç yüzlü, iyimser, biraz da muzip (muhatabı kendine yakın, neredeyse kendisi gibi hissettiren samimiyetten doğmuş argolu bir hitabı vardı merhumun) fotoğrafıyla, çok zor unutulacaktı. Daha bir ay öncesinde maruz kaldığı zor durumun yüreğine kazıdığı çözümsüzlüğün ortasında çalan telefonunda, Aziz amcasının sabrı işaretleyen sözleri duyulmuştu. Kimse onu aramamışken, bir garip kimsesizlikte ne yapacağını bilmezken...

Acıların en koyusu ve en kötü vuranı, unutulmuşlukta, o kimsenin gelip geçmediği ıssızlıkta hissedilenidir.’ diye düşündü. İnsana şenlikli bakışlar takıştıran iyimser insanlardan uzak düşmüşlüğün yoksulluğudur bu. Bir zindana kapatılmış gibi, yalnızlığa ve kimsesizliğe düşmüşsünüzdür. Yalnızlığın ve kimsesizliğin ışıksız duvarlarında gezinen umutsuzluğun uzun kolları bedeninizi sıkıyor, içinizi eziyor. Düştükçe düşüyor, düşündükçe deşiliyorsunuz. Düştüğünüz diplerden çıkış yok gibi görünüyor. Yüzünüzü göğe çevirdiğinizde gözünüze yıldızsız bir gökyüzü çöküyor. Kimse yoktur etrafta, bütün ‘kimse’ler çekip gitmiş, üzerlerine kapanmışlardır. Herkes ‘kendine’ çalışmaktadır; varlığı oluşturan her ‘cüz’ ile akrabayken, bu bütünlüklü akrabalık koparılmış, yalnızbaşınalığın bencilliğinde ‘kendilik’ şişirilmektedir. İnsan, kardeşine gitmemekte ve kardeşinden kendine gelmemektedir. İnsandan insana giden yollar kapanmıştır. İnsan insansız kaldığı için de, yoksulluk büyümüştür. İnsan yoksulluğu... O koca, koskocaman varlık; yıldızlı gökyüzü, enva-i çeşit konuşkan dil, hayata katılan her bir şey; yoksullaşmış, içi geçmiş insan karşısında ‘can’sız ve ‘dil’sizleşmiştir. Konuşmak, yaratılmış bir ‘kulağa’ o kadim anlamı duyurmak üzere dört mevsim yolculuğuna devam eden hayat, seyircisiz bir salonda sahneye koyulmuş bir oyun kadar anlamsızlaşmıştır.

Düşünmeye devam ediyordu. ‘Hayatta, küçük bir şey yoktur.’ dedi. İnsanın insana gitmesi, kendinden ona ‘iyilik’ taşıması, elinden tutup kaldırması, kaldırıp onu hayatın içine çekmesi büyük bir şeydir. İnsanın insana eğilmesiyle, kardeşlerin el ele verip birlikte var olmalarıyla İNSAN doğar, kişi İNSAN olur. Ve İNSAN olunca, yolculuklar başlar. İnsandan insana, insandan varlığa... İnsan adımlarıyla, insan sözleriyle, güleç insan yüzleriyle şenlenmiş kuytular ‘hayata’ erer, hayat ısırgan bir kimsesizlik olmaktan çıkar.

Şuna inanıyordu: Hayat, bütün bir varlık; insan, hayvan ve diğer her şey, hep birlikte, ‘iyi’ olan Allah’ın hayatta çoğaltmak istediği ‘iyi’ye çalışmak üzere yaratılmışlar. Güneşin doğması, yağmurun yağması, toprağın yumuşayıp bereket yuvasına dönüşmesi, dünyanın dönmesi, mevsimlerin arka arkaya sıralanması, varlıktaki küçük kıpırdanışın büyük hareketliliğe bürünmesi, Allah’ın biz insana görünmesidir. Allah bizatihi görünmez, ama hayata müdahalesiyle biz onu görürüz. İnsanın insana ‘iyi’ bir yüzle gitmesini, insan kardeşine iyilikte bulunmasını ve iyilikle dokunmasını da, Allah’ın bize yardımı ve iyiliği şeklinde okuyabiliriz. Yağdırdığı yağmurla, doğdurduğu güneşle, devamını sağladığı hayatla bize iyilikte bulunan Allah, merhametli güleç yüzlü kullarının insan kardeşlerine yardımıyla da bize iyilik etmiş oluyor. O halde kim ‘iyi’yse, iyiliğiyle bir insana dokunup onu kimsesizlikten çıkarıyorsa, o Allah’ın insana dokunmuş eli oluyor.

Aziz Amca daha çok ‘iyilik’ti, o insanı ısıran unutulmuşluğa ve ıssızlığa dokunup çözen ‘el’di. Yoksulun, hastanın, düşmüşün, kimsesizin, unutulmuşun yanıbaşında görünüveren ‘iyice’ bir yüz. Ne çok yürürdü... Altmışı geçkin yaşına rağmen çaldığı kapı, uzaklara açtığı telefon, vardığı hastane, ziyaret ettiği hasta ne çoktu... Ne çoktu güldürdüğü yüz, iyileşmesine vesile olduğu kırık kalp... Ölümüne yakın gecelerin birinde, çocukları tarafından bile unutulmuş köylüsü Bedo Amcayı rüyasında görmüş, sabah kalkar kalkmaz, Bedo Amcanın evinin kapısını çalmış. Bu hatırlanış ve bu gidiş, ıssızlığa atılmış bir kuş ölüsü gibi duran Bedo Amcayı ağlatmış. Denecek o ki, Aziz Amca ile, hep bir yere yetişmeye çalışırken karşılaşılırdı. Ya bir hasta ziyaretine, ya çoktan unutulmuş bir tanıdığa, ya da sorunları olan bir aileye gidiyor olurdu. Her gün beş altı kilometre yürüdüğü söylenirdi. Kalp rahatsızlığına rağmen...

Annesi haklıydı; gidilmeliydi, Aziz Amcanın taziyesinde bulunulmalıydı.

Hayata düşer gibi düştüler yola, ana rahminden kopup dünyaya doğar gibi ayrıldılar yaşadıkları kentten. Yenilerde doğmuş bebeleriyle ilgilenen bir anne-babanın arkasındaki koltuğunda düşünüyordu. Aziz Amcası, ana rahminden dünyaya, dünyadan ötelere uzanmıştı. Onlar da Aziz Amcanın evine gide gide varacak, ordan başka yerlere vara vara ötelere uzanacaklardı. Bebe susmuyordu; maması, beklentilerini saklayan ağlamasına cevap olamıyordu. Yan tarafta oturan yeni evli çift, çocuğa baka baka susuyorlardı. Sanki ağlayan bu bebenin gözlerinde kendi çocuklarını görüyorlardı. Arkalarda oturan mevsimlik işçiler, memlekete dönüyor olmanın o çocuksu sevinci içindeydiler. Kaptan gaz pedalına basıyor, muavin ikram servisini yapıyor, yolcular koltuklarında doğruluyordu. Yol akıyor, hayat devam ediyor, otobüsün içindeki ve dışındaki insanlar hayatın yakasına yapışıyordu. Çocuk ağlıyor, yeni evli çift birbirlerinin gözlerinde konuklanıyor, o ise okuduğu romanın sayfalarında bir başka yolculuğa çıkıyordu. Kalbi romancının sözleriyle kımıldanıyordu: ‘Hayat içindeki boşluklar, bekleyişler ve durmalar, haddizatında boş değildirler. En az hareketler kadar doludurlar. Ne yazık ki herkes acele içinde. Mesela durakta bekleyenler bile durmakta oldukları halde aceleyle duruyorlar. Durmak bile aceleyle yapılabiliyor. Aslında bekleyişler en acele, gelmeyişler en sabırsız. Aslında yürümek, hareket etmek, bir şeyler yapmak, yemek yemek aceleyi, telâşı azaltıyor. Durmak en hızlısı, en yorucusu. Keşke boşlukları istenilen manada boş bırakabilsek. Aslında boşluklar var oluşa imkân tanırlar. Sizinle benim bile ayrı ayrı varoluşumuz, aramızdaki boşluktur. Nazım, mimarlık ilmiyle şu oturduğumuz evi yaptığında duvarlar, kirişler, tavanlar yapar. Doğru! Ama asıl yaptığı bunlar değildir, şu içinde oturduğumuz oda, yani boşluktur. Resim yapanlar bilirler, boşluğa hakim olamazsanız boşluğun arasından kendini gösterecek asıl form görünmez. Notalar aralarındaki boşluklar nedeniyle müzikal bir kaliteye ulaşırlar. Yoksa curcuna olurdu duyduğumuz. Kalp atışlarımızın, soluk alış verişimizin sıhhatli olması için aralarında boşluklar olmalıdır. Bizi yaşıyor kılan da ölecek olmamızdır. Hayat ölümle vardır.’

Aziz amcası doğduğu için ölmüştü ve insanlar da ölmek üzere doğuyordu. Ölüm olduğu için hayat vardı, öldüğümüz/öleceğimiz için hayatı biliyorduk. Ne ölüm hayatın, ne de hayat ölümün düşmanıydı; ikisi de, birbirlerini imkânlı kılan iki iyi kardeşti. Birbirleriyle çok iyi anlaşan iki kardeş... Hayat ile ölümün birbirlerine iyilikte bulunmasıyla, iç içe geçişleriyle yaşayabiliyorduk. Ve şimdi o Aziz Amcasına giderken, otobüsün ‘boş’luğuna yerleştirilmiş koltuğunda, boş gibi görünen yolculuk vaktini okuyarak geçiriyordu. Yavaş yavaş...

İyileşe iyileşe vardılar Aziz Amcanın kentine. Ön koltuktaki bebe susmuştu, yan taraftaki yeni evli çift yolun yarısında inmişti, otobüs boşalmıştı. Aziz Amcanın hayatlarına karıştığı insanlar onu Tavusyayla Yas Evi’nde anıyordu. Doğumla başlayan, çok şeyle gelişen ve nihayet ölümle biten bir hayat, bu yas evinde konuşuluyordu. Dokunuşlarıyla insanın içini serinleten Aziz Amcaya yakışan bir isim taşıyan yas evinde (Galiba hayat, hep bir yas evinde sonuçlanır.) kalabalık bir insan grubu buldular. Ölümünün üzerinden dört gün geçmesine rağmen bir grup kalkıyor diğeri geliyordu. Mekân, arka arkaya okunan fatihaların ışığı içindeydi. İnsanların yüzünde, Aziz Amcayı hatırlatan vefa duygusu okunuyordu. ‘İyi’ce hatırlanıyor, ‘iyi’likle anılıyordu merhum. Ve orada bulunan herkes farkındaydı; Aziz Amca hayatlarından çok zor çıkacaktı, çıksa, geride bırakacağı boşluk derinden hissedilecekti.

Sözü olan aksakallıların sözleri, bu ‘boş’luğa işaret ediyordu: İnsanların buraya koşuşlarını, yüzlerindeki ışığı görüyorsunuz. Bu insanları buraya, Aziz Bey’in ‘iyi’ yüreği taşıdı/taşıyor. Her nerede olursa olsun, insanlar ‘iyi’ye gider, onları ancak iyilik toplar. İnsan, insan kardeşine gitmekle, insan kardeşinden kendine gelmekle iyileşir; başkasına ‘iyi’ce dokunmakla ‘iyi’ eder ve ‘iyi’ olur. Aziz Bey’in doldurduğu ‘boş’luk şimdi bizi bekliyor. Gidip oraya oturursak, oturup doldurursak o boşluğu, insanlara koşacak, insanlar da bize gelecektir. Kul sevinecek, Allah razı olacaktır.

Bu sözler hepimizeydi; hayata ve ölüme, bu iki iyi kardeş arasında yaşanan yolculuğa doğan herkesin ‘iyiliği’ içindi.