İnsanlık tarihi boyunca insan, kendi varlığını ve çevresindeki mahlukatın nasıl meydana geldiğini anlamaya yönelik derin bir arayış içinde olmuştur. Bu arayış, insanın doğasında var olan ontolojik bir ihtiyaçtan kaynaklanır; yani insan, kendisini ve etrafındaki dünyayı anlama ve anlamlandırma çabası içindedir. Bu özellik, insanı diğer varlıklardan ayıran en temel unsurlardan biridir. İnsanın varoluşun anlamını ve kaynağını sorgulama yetisi, ona özgü bir meziyettir. Bu sorgulamalar, tarih boyunca çeşitli felsefi ekollerin ve düşünce akımlarının doğmasına zemin hazırlamıştır. Ancak bu düşünce akımlarından bazıları, İslam’ın temel kabulleriyle doğrudan çelişmektedir. Özellikle modern dönemde de varlığını sürdüren bu felsefi akımlar, insanın varoluşunu açıklama çabasında akıl ve mantığa aykırı iddialarda bulunurlar. Oysa İslam, vahyin ışığında akla ve mantığa ters düşen hiçbir şeyi kabul etmez. Bu nedenle, İslam’ın kabulleriyle çelişen fikirlerin genel olarak akla ve mantığa aykırı olduğu söylenebilir. İslam dünyasında birçok alim, bu konular üzerinde derinlemesine düşünmüş ve fikirlerini ortaya koymuştur.
Bu alimlerden biri, son yüzyılın önemli İslam düşünürlerinden olan Bediüzzaman Said Nursi’dir. Bediüzzaman, “Tabiat Risalesi” adlı eserinde, bir varlığın varlık bulabilmesi için dört muhtemel yol olduğunu belirtir ve bu yollar dışında başka bir alternatifin bulunamayacağını savunur. Bu yollardan ilki, varlığın kendi kendine var olmasıdır. İkincisi, varlığın tabiat tarafından yaratılmasıdır. Üçüncüsü, varlığın sebepler tarafından meydana getirilmesidir. Dördüncüsü ise, varlığın mutlak kudret sahibi bir yaratıcı tarafından yaratılmasıdır. Bediüzzaman, ilk üç yolun aklî ve mantıkî olarak imkânsız olduğunu detaylı bir şekilde ispatlayarak, dördüncü yolun zorunlu bir gerçeklik olduğunu vurgular.
Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu bu dört yol, aslında varlığın meydana gelmesinin bütün muhtemel yollarını kapsar. İlki olan varlığın kendi kendini var etmesi, aklen ve mantıken imkânsızdır. Çünkü varlıklar, bileşiklerden meydana gelir; bu bileşikler ise atomların bir araya gelerek bir varlığı oluşturmasıdır. Eğer bu işi mutlak kudrete sahip bir tek zata vermezsek, varlığın kendi kendine meydana geldiğini iddia etmiş oluruz. Bu durumda, her bir atomun mutlak bir kudret sahibi olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü bir varlığı şuurlu bir şekilde meydana getirebilmek için her bir atomun ilim, irade ve kudret gibi sıfatlara sahip olması gerekir. Bediüzzaman bu durumu şöyle ifade eder: “Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi birer memur olmasalar; o vakit her bir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem her birisine mahkûm-u mutlak, hem her birisine misil, hem hâkimiyet noktasında zıt, hem yalnız Vâcibü’l-vücud’a mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyed, hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehad’in eseri olabilen gayet muntazam bir masnû-u vâhidi o hadsiz zerrata isnad etmek, zerre kadar şuuru olan, bunun pek zahir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derk eder.”
İkinci yol olan varlığın tabiat tarafından yaratılması ise yine imkânsızdır. Günümüzde sıklıkla duyduğumuz “Tabiat ana yaptı” veya “Tabiat anaya teşekkürler” gibi ifadeler, aslında bu yanlış inanışın bir yansımasıdır. Mantık yoluyla düşünüldüğünde, tabiatın varlığı meydana getirdiğini kabul etmek, bir dizi imkânsızlığı da beraberinde getirir. Örneğin, bir saksı toprağın bir çiçeği meydana getirdiğini kabul eden biri, o saksı toprağın içinde binlerce fabrika ve cihazat olduğunu da kabul etmek zorundadır. Çünkü bir avuç toprağa ne ekerseniz, ona uygun bir sonuç alırsınız. Bu da demek oluyor ki, o toprak, kendisine ekilen her bir tohumu tanıyor ve ona göre muamele ediyor. Elma ekildiğinde bir elma fabrikasına, armut ekildiğinde ise bir armut fabrikasına dönüşüyor. Eğer bu meyvelerin yaratılmasını mutlak bir zata vermezsek, kainattaki her bir zerre kadar farklı ilahları kabul etmek zorunda kalırız.
Üçüncü yol olan, varlığın sebepler tarafından var edilmesi iddiası da imkânsızdır. Sebepler, insanların dünyada içinde bulundukları sınavın ayırt ediciliğinin kaybolmaması için yalnızca bir perdedir. Eğer sebepler olmasaydı ve her şey doğrudan yaratılmış olsaydı, Ebu Bekirlerle Ebu Cehillerin makamı aynı olurdu. Bir şeyin sebebini bilmek, onun yaratıcısını bilmek anlamına gelmez. Örneğin, bir depremin fay hatlarındaki kırılmalar sonucu oluştuğunu bilmek, onun yaratıcısını bilmek anlamına gelmez. Çünkü o sebebi de meydana getiren birinin olması zorunludur. Sebeplerin tesadüfen meydana geldiğini kabul etmek ise mantıken imkânsızdır. Bediüzzaman’ın verdiği şu örnek bu durumu açıklar: Örneğin, bir ilaç oluşturulmak istense ve bu ilaç farklı maddelerin hassas ölçülerle bir araya gelmesi sonucu oluşacak olsa, bu maddelerin kendi kendine bir araya gelip o ilacı oluşturması nasıl imkânsızsa, kainattaki varlıkların da tesadüf sonucu sebeplerin bir araya gelmesiyle oluşması imkânsızdır. Zira kainattaki en değersiz görülen bir varlık bile son derece sanatlı ve düzenlidir.
Sonuç olarak, varlıkların meydana gelişi, rastlantıların, tabiatın ya da sebeplerin kör işleyişine bırakılabilecek bir süreç değildir. Her bir zerre, her bir canlı ve her bir varlık, mutlak irade ve kudret sahibi bir Yaratıcı’nın eseridir. Bu gerçeği göz ardı etmek, varoluşun derin anlamını kaybetmek, akıl ve mantığı zayıf kurgulara kurban etmek demektir. Bediüzzaman Said Nursi’nin de belirttiği gibi, evrenin ihtişamlı düzeni, ince hesaplanmış planı, sonsuz ilim ve hikmet sahibi bir Yaratıcı’nın varlığını haykırır. İnsan aklı, bu muazzam düzeni anlamlandırma çabasındayken, her türlü sapkın düşünceden sıyrılarak, varlığın yegâne kaynağını tanımaya ve teslim olmaya mecburdur. Zira sadece bu teslimiyetle insan, varoluşunun hakiki anlamını bulur ve evrendeki yerini idrak eder. İşte bu idrak, insanı yücelten ve onu diğer varlıklardan ayıran en büyük erdemdir.