Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ifadesiyle “ses bayrağımız” Türkçemiz köklü bir birikimin yanı sıra köklü bir tarihin de mirasçısı.
Peki dilimizin tarih içersinde yaşadığı maceralar nelerdir?
Yayıldığı geniş coğrafyalar itibariyle Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar sadece Türkçe bilerek gidebileceğimiz bir efsane midir?
Ve son olarak dilimiz kimliğimizin neresindedir?
Öncelikle genel bir dil tanımıyla başlamalı. Dil, kültür ve fikir vatanıdır. Bir millet olma bilinci ile paydasında buluştuğumuz zihinsel sınırlarımız da denebilir. Fikir vatanı dedik ama sınırları belirgin olmamakla beraber, diğer vatanlardan aldığı topraklar kendini zenginleştirirken karşı tarafı azaltmayıp aksine onore eder.
Alışverişleriyle halihazırdaki şeklini alan Türkçemiz geçmişten günümüze kabaca altı bölümle ayrılabilir:
1. Karanlık Devir: Nasıl oluştuğu hakkında bir mütabakat sağlanamış olsa da kabul gören görüş fiil dili olduğu şeklindedir. Bu dönemde geneli itibariyle, asker-millet olunduğundan emir komutayı kolaylaştırmak münasebetiyle emir kipiyle çekimli fiillerle bezeliydi.
2. Araplarla İlk Münasebetler: Talas Savaşı esnasında “Düşmanımın düşmanı, dostumdur.” ilkesine ithafen yanında yer aldıkları Araplarla sıkı bir bağ kurarak İslam’ı seçen Türkler için artık değişim kaçınılmazdı. Kutsal kitap Kur’an-ı Kerim’in de Arapça olması hasebiyle bir Arapça rüzgârı başlamış ve bu rüzgâr dil tarlamıza ileride çok başarılı olacağımız divan tohumları taşımıştı.
3. İlk Türk/İslam Sentezleri: Uygur alfabesi ve Göktürk alfabesinden sonra Arap alfabesi dile bir anda letafet kokuları saçmıştı. Acemi de olsak, yeni doğmuş bir çocuğun annesinin saç telleriyle oynaması gibi sözcüklerle, aruzla oynamaya başladık. İstidadımızın kuvveti bir de aruz arzusuyla birleşince artık yeni bir döneme girmiştik
4. Dilde Kadrolaşma ve Kemikleşme: Osmanlı Devletinin de etkisiyle İran Edebiyatıyla da tanışmaktan olsa olsa şeref duyardık. Artık iyice ustalaşmış, Klasik Türk Edebiyatı kavramının içini doldurmaya başlamıştık. En güzel beyitleri biz yazıyoruz derken bir de Hint Edebiyatının girift bilmeceleriyle tanıştık. Onun da hakkını verdik vesselam.
Halk iyiden iyiye edebiyatla hemhal olmuş, dilimizin ünü sınırları aşmıştı derken bir sabah Beyoğlu’nda bir genç kravatını ve fesini düzeltip evden çıktı. Gördüğü bir genç hanıma yabancısı olduğumuz bir hitapla seslendi: Bonjour madame!
5. Tanzimat ve Merhaba Elin Dilleri: Geride olduğumuzu kabullenip koşmaya başladık bir sevdanın peşinden. Türkçe’nin gözbebeği İstanbul asırlardır Fransızca’ya açmışçasına doyurulmaya çalışıldı. Şarki Türk memleketleri de Rusça emperyalizmine direnmeye çalışıyorlar. Kiril alfabesi amansız bir veba gibi zorla bulaştırılıp doğal olmayan bir difüzyon sağlanıyor adeta. Türkçe lehçelerimiz Rusça bombardımanıyla bitap düşüyordu. Ve günlerden bir gün bir de baktık alfabe tartışmaları da peydah olmuş. Tedirgindik. Aydın ile halk arası açılmış farklı hitaplarla birbirilerini gözlüyorlardı. Derken bir patlama, dayanılan dağ paramparça. Birinci Cihan Harbi’nde yenilen Türkler ve ortada bir garip Türkçe.
6. Genç Cumhuriyet ve Günümüz: Alfabe tartışmalarına son nokta inkılaplarla koyuldu. Tesiri altında kaldığımız dillerin şeklî ifadelerini resmileştirdik. Yeni alfabemizle, yeni takvim ve yeni görüntümüzle artık bizler de garplılar gibiydik. Sonrasında tarihimiz geldi aklımıza 1. dönem olarak bahsettiğimiz öz Türkçe’ye dönüş çabaları başladı. Kelime varlığı ancak çok cevval bir pehlivanca kucaklanabilecek dilimiz, bir bebeğin kollarına emanet edilirken haklı bir rahatsızlık duyan bazı aydınlarımızca katliamı bir ölçüde önlendi ama eskisi kadar da sağlam olmayan bu bina ortaya çıktı.
Beşinci devrenin popüleri Fransızca’nın da tahtı sallantıdaydı. Yeni varisi de en az onun kadar heveskâr bir biçimde dudaklarımıza yakışmaya çalıştı. New language: English. Bu akın dalga dalga yayılıyordu, sadece bizim için değil tüm dünyada yeni bir uzlaşı aracı oluyordu. Şimdilerde İngilizce bilmeyenlerin cahil sayılmasına varacak kadar yayıldı. Akademide, yolda, sokakta, ilim meclisinde başladık döktürmeye. Meetingler set ettik, drinklerimiz elimizde Üsküdar’da yürüdük, Valide Sultan Camii’ni namaz vakti visit ettik...
Bu altı devre içersinde en üzücü olan sanırım bu dil erozyonudur. Letafeti kaybediyor, azalıyoruz. Tez zamanda yanlışlarımızdan dönüş temennisi ile bu devreyi de bitirelim.
Gel gelelim ikinci soruya. Geniş coğrafyalarda konuşulan dilimiz zamanla farklılaşmış hatta bazı zamanlar anlaşmayı imkansızlaştıran hale gelmiştir. An itibariyle maalesef Adriyatik Denizinden Çin Seddine sadece şuanki Türkiye Türkçemiz ile maalesef gidemiyor olsak da farklı şiveli Türkçeler bize bir köprü kurarlar ve ata mirası üzeriden koşa koşa gidebiliriz. (Bu farklı versiyon Türkçeler aynı babanın bahadır oğulları gibi bir çatıda buluştuğunda elbetteki el ele verdikleri temel sözcükler olacaktır.)
Asıl soruya geldiğimizde cevaplar her şahsın kendi iç muhasebesine muhtaç. Dilimiz kimliğimizin neresindedir?
Kimliğimizin ilk öğelerinden biri olup, felsefemizin sınırlarını çizmiş yeri gelmiş bilimle kol kola girip terakkimize katkısından alnı öpülmüştür. Gün olmuş saza söz eklemiş ısıtmış, gün olmuş ok olup cana batmıştır. Dil yalnız bizim değil ifade ettiğimiz her şeyin tanımı olmuştur. Yaşamdan dili çıkardığımızda medeniyetten bir iz kalmayacağı için, üzerine titrediğimiz bu nazenin çiçeğe mukayyet olmalı ve ona kalbimizi açmalıyız.
Sahi Türkçe senin için hangi manalar bütünü? Sen ne kadar Türkçe düşünüyor, Türkçe konuşuyorsun.