Resul-i Ekrem (asm) Efendimiz, “Kim Allah için sever, Allah için kızar, Allah için verir, Allah için yasaklarsa; imanı kemâle ermiştir.” buyurmuştur. (Şerhu’s Sünne, 1, 39)
Bu Hadîs-i Şeriften, Müslümanın her konuda olduğu gibi sevme ve kızmada ölçüsü Allah için ve Allah namına olmalıdır. O zaman o sevgi ve öfke nafile ibadet olur, ahirette hasene olarak karşımıza çıkar. Sevgimiz ve öfkemiz fânî ve bazan da dünyevî ve uhrevî zarar olmaktan çıkar. Uhrevî bir kazanç haline dönüşür.
Bir Müslüman her şeyden önce Allah ve Resûlünü (asm) sever ve sevmelidir. Onların sevdiklerini sever, Onları sevenleri sever. Allah ve Resûlünün sevmediklerini, râzı olmadıklarını ve Onları sevmeyenleri sevemez.
Eğer sevgi ve öfke böyle Allah için olmazsa, fıtrat boşluk kabul etmeyeceğinden nefis ve şeytan devreye girecek; kişiyi kendini sevme ve beğenmeye yönlendirecektir. Belki de başlangıçta kendini beğenme, normal ve masum gibi gelebilir, fakat devrede nefis ve şeytan vardır. Balataları yıpranmış araba gibi, bu kendini beğenme ve beğendirme çok yavaş da olsa kendini hissettirmeden hep artmaya devam edecektir. Neticede fren patlayacak facia kaçınılmaz olacaktır.
Bediüzzaman Hazretleri, “Enesini sevenler, başkaları sevmezler.”
(Sözler, 708) der.
Gerçekten kendini sevme ve beğenme hastalığına yakalananlar, başkalarını hep eksik bulacak; sevmek istese de sevemez hale gelecektir. Kendini en mükemmel, başkalarını hep eksik bulacak, eksik yönlerini görecek ama belki de kendinden birçok yönden mükemmel taraflarını göremeyecek veya görmek istemeyecektir. Zira bu durum firavun hastalığıdır. Yani nefsin kişiyi firavunlaştırmasıdır.
Bu hastalık, kanser ve covid hastalığından çok daha tehlikelidir. Zira kişi en ağır maddî hastalığında Peygamber Efendimiz’in (asm) ifadesiyle: “Sabretmek şartıyla çektiği hastalık ve ağrılar, keffaretüz zünûb olur, eğer bu sebeple ölürse manevî şehid olur.” Ebedî hayatını kurtarır. Ama firavun hastalığı olan enaniyet hastalığına yakalanan iflah olmaz. Artık dünyayı ve eşyayı kendi etrafında ve kendisi için dönüyor zannetmeye başlar. “Firavunun, ben sizin en büyük rabbinizim” dediği gibi belki demese de, lisan-ı hâliyle ve kâliyle etrafına ben sizin en akıllınız ve en üstünüyüm, bana itaat edin demeye başlar, Allah muhafaza.
Bediüzzaman hazretleri Mesnevî-i Nuriye adlı eserinde; bu hali bir hastalık olarak tesbit ve teşhiste bulunuyor, şöyleki:
“Üçüncü Hastalık:
‘Gurur’dur.
Evet gurur ile insan maddî ve manevî kemalât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama maruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki eslaf-ı izamın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.” (Mesnevi-i Nuriye, 66)
Bu hastalığa duçar olmak elbette çok kötü bir haldir. Hassaten İslâmî ilimlerle meşgul olanlar veya bir iki kitap okumakla bir şey olduklarını zannedenler için çok daha kötü bir haldir.
Okumaktan ve ilimden maksad, marifetullahda terakkî edip, kendi acz ve fakrını derk edip, tevazuunu artırıp kul olduğunu farketmektir. Zira kâmil mümine düşen, tevazu ve mahviyettir. Eğer bunun aksi halinde kişi, her okuduğuyla enaniyeti biraz daha kabaracak ve bu malumatlarını başkalarını küçük görmekte bir âlet olarak kullanacaktır. Hatta kitaplarından istifade ettiği âlimleri bile zamanla beğenmez hâle gelecektir. Önce muasırlarını küçümseyecek, sonra kademe kademe bu nazar geçmiş asır âlimlerine yönelecektir. Artık binmiş olduğu firavunî balonun ipleri nefis ve şeytanın elinde olduğu için, belki de kendisi yüzünden Kur’an-ı Kerîm’i zar zor okuyabildiği halde müctehidleri beğenmeyecek, mezhep imamlarına dil uzatacak, mezhebi gereksiz görecektir.
Bindiği balondaki havalanması durmak bilmeyecek, mezhebi inkârdan sonra sıra, Sünnet ve Hadise gelecektir. Bu kişiye göre sahih hadis de olmadıĝına göre geriye sadece, Kur’an meâli kalacaktır.
Nefsin ve şeytanın kontrolündeki zavallı aklıyla meâle yönelecek, oradan aldıklarını ve kendi anladıklarını İslâm zannedecektir. İşte Bediüzzaman hazretlerinin dediği bütün bütün çizgiden çıkma yani Sünnet, sahabe, tabiîn ve selef-i salihîn yolundan savrulma budur. Bugün İslâm adına konuştuğunu iddia eden hatta ilahiyatta kariyer yapan bazı az bir azınlığın durumu bundan ibarettir.
Ene bahsini Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Otuzuncu Söz’de eşsiz ve enfes bir şekilde izah etmektedir. Oradan bir bölüm:
“Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, ene’de münderiçtir. Demek ene, âyine-misal ve vâhid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mana-yı harfî gibi; manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir ki, o elif’in “iki yüzü” var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fâil değil, icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının manasını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zaîf ve incedir ki; bizzât kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizanü’l-hararet ve mizanü’l-hava gibi mizanlar nev’inden bir mizandır ki; Vâcibü’l-Vücud’un mutlak ve muhit ve hududsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.
“İşte mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’an eden ve ona göre hareket eden
ﻗَﺪْ ﺍَﻓْﻠَﺢَ ﻣَﻦْ ﺯَﻛّٰﻴﻬَﺎ
beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, ene’de bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez. Vaktâ ki ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî mâlikiyetini terkeder.
ﻟَﻪُ ﺍﻟْﻤُﻠْﻚُ ﻭَ ﻟَﻪُ ﺍﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻭَ ﻟَﻪُ ﺍﻟْﺤُﻜْﻢُ ﻭَ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺗُﺮْﺟَﻌُﻮﻥَ
der. Hakikî ubudiyetini takınır. Makam-ı “ahsen-i takvim”e çıkar
Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse; o vakit emanette hıyanet eder
ﻭَ ﻗَﺪْ ﺧَﺎﺏَ ﻣَﻦْ ﺩَﺳّٰﻴﻬَﺎ
altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki; semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar. Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letaifiyle âdeta ene olur. Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip; o ene, enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni’-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hattâ her şeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer.
ﺍِﻥَّ ﺍﻟﺸِّﺮْﻙَ ﻟَﻈُﻠْﻢٌ ﻋَﻈِﻴﻢٌ
mealini gösterir.” (Sözler, 537)
- Hile-i Şer’iyye / Bekir Sıtkı Baytar
- İnsan, Neden Ölür? / Murat Çetin
- Bir Yıldız Daha Söndü / Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma
- Örneklerle Tevhid Dersi / Bahri Han
- İhlas Suresinin Düşündürdükleri / Murat Balcı
- İçimizdeki Şeytan / Hande Ustamahmut
- Gerçek Bir Çakmakçılar Yokuşu (Mercan) Hikayesi / Dr. Osman Eminler
- Evrimin Bilimsel Açıdan Geçersizliği / Dr. Ali Kemal Pekkendir / BSc ODTÜ Makina Müh. MSc Birmingham Üniv. PhD California Üniv.
- Bilim Tarafsız mı, Taraflı mı? / Ayhan Küflüoğlu
- Din Eğitimi ile Amaçlanan Toplumu Cahilleştirmek midir? / Dr. Adnan Küçük
- İrade Terbiyesi / Özlem Değirmenci
- Gülün Fısıldadıkları / Tülay Bülbül