İncire De, Zeytine De Andolsun!
Kur’ân’ında, birçok sûrede söze yeminle başlar Âlemler Rabbi.
Ara
Kur’ân’ında, birçok sûrede söze yeminle başlar Âlemler Rabbi.
Kur’ân’ında, birçok sûrede söze yeminle başlar Âlemler Rabbi. Göklerin, güneşin, ayın, yıldızların, gecenin, gündüzün, sabahın ve yarattığı daha nice şeyin üstüne yemin eder; sonra, vereceği emri veya haberi verir. Yaratanın, yarattıkları üzerine ettiği her yemin, biz söylenen sözden emin olalım diyedir. Ve yine her yemin, bizim için, yarattığı kâinatı O’nun indirdiği âyetlerin delili ve şahidi olarak okuma davetiyesi niteliğindedir.
Burûc, Şems, Leyl, Duhâ, Beled, Nâziât, Âdiyât derken, Âlemler Rabbinin yeminle söze başladığı sûrelerden biri de Tîn’dir. Bu sûrede, önce yarattığı iki ağaca ve gıdaya, sonra da yarattığı iki diyara yemin eder Âlemler Rabbi:
“İncire ve zeytine andolsun. Sina dağına andolsun. Bu emin beldeye de andolsun.” (Bkz. Tîn sûresi, 95:1-3)
Yörüngeleri ile yıldızlara, güneşe ve aya, güneş ve ayla ilgili olarak geceye ve gündüze edilen yeminlere kıyasla, iki küçük cisimdir incir ve zeytin. Ama bir sûrenin onlara edilen bir yeminle başlaması, onların iki kudret mucizesi olduğuna dikkat çekmekte; ve ikisini de, üzerine yemin edilen o koskoca gök cisimleri kadar büyütmektedir.
Vâkıa budur zaten.
En başta incir, nokta kadar küçük bir tohumdan çıkıp gelen bir kudret mucizesidir. Başka nice tohumun ya hiç çatlayamadığı veya büyüyemeden sönüp kaldığı zor ortamlarda bile boy vermesiyle, deyimlere ve atasözlerine dahi yerleşmiş haldedir. Dahası, kendisi toprağın ve çamurun içinde olduğu halde, yavrusu hükmündeki meyvesine süt gibi halis bir gıda içirir; ve eller misali dallarıyla insanoğluna yaşı da, kurusu da ayrı bir lezzet ve şifa hazinesi olan meyveler sunar. Nokta kadar bir tohumdan bütün âleme kök salacak istidatta incir ağacı yaratan; onun çamur içindeki köklerinden meyvesine beyaz süt içiren, beyaz süt içen o meyvelerden ise içleri apayrı bir sanat, güzellik ve lezzet yüklü sarı, yeşil, mor incirler yediren âlemler Rabbinin bu mucize nimeti, onun kudretinin ve rahmetinin sınırsızlığını da bildirmektedir.
Zeytin de, yine incir gibi, en zor şartlarda bile kök salıp boy verebilen bir ağaçtır. Âlemler Rabbi, ona bin sene bile yaşayabilir bir istidat bahşetmiştir. Dağ bayır demeden boy verdiği diyarlarda, geçen yıllar gövdesinin özünü kemirse bile, sırf gövdesinin kabuklarına tutunarak nice nice seneler meyve verebilir bir haldedir. Verdiği meyve ise, gıda ve şifa olmanın yanında, nice binyıllar boyu, kandil ve lambaların ışık menbaı da olmuştur insanlık için. Dahası, yaprağı, dalı, çekirdeği, herşeyi bir işe yarar, bir hizmet görür haldedir. Artık, fazla, posa diye bir kenara atılan, kullanılmayan hiçbir tarafı yoktur.
İncir ve zeytin, bütün bu özellikleriyle, bir bakıma, sanki bu dünyalı değildir. İkisi de, birer kudret mucizesi olarak cennetten inmiş gibidir. Her ikisi, bir yandan âlemler Rabbini esmâ-i hüsnâsını âleme ilan ederken, diğer taraftan her ortamda boy verip hayata tutunmalarıyla âlemler Rabbinin insan adlı kullarına, kendilerine verilmiş istidadı her hal ve şartta açığa çıkarma gayretini de ders vermektedir.
Maddî hayatı için toprağa muhtaç haldedir insan. Kadîr-i Zülcelâl de, o toprakta yarattığı iki kudret mucizesine, iki gıda ve şifayı andederek, onları indirdiği âyetlerin hakkâniyetine delil ve şahit tutar Tîn sûresinde. Sonraki iki âyet, yine toprakla ilgilidir. Bu kez, incirin ve zeytinin yetiştiği yeryüzünde, insanın manevî hayatının olmazsa olmazı olan vahye beşik olmuş iki diyar üzerine yemin eder Rabbü’l-âlemîn: Musa aleyhisselamın vahye mazhar olduğu Sina dağı ve Muhammed Mustafa aleyhissalâtu vesselamın vahye mazhar olduğu şu ‘emin belde.’ İnsanın manevî gıdası olan vahy-i ilâhînin hatırasını taşımaktadır her iki diyar.
Topraktan çıkan iki kudret mucizesine, sonra ilk vahyin geliş ânına şahitlik etmiş iki diyara yeminden sonradır ki, söz insana gelir:
“İncire ve zeytine andolsun, Sina dağına andolsun, bu emin beldeye de andolsun ki, Biz gerçekten insanı en güzel kıvamda yarattık.” (Bkz. Tîn sûresi, 95:1-4)
Bu yeminlerle, topraktan yaratılmış insana, ‘en güzel kıvam’ı ne kadar da beliğ bir surette anlatmaktadır Âlemler Rabbi.
İnsan ki, maddî hayatı için gıdaya muhtaçtır. Ve işte Rabbü’l-âlemîn muhtaç olduğu bu gıdayı incir gibi, zeytin gibi ağaçlarla ona sunup hayatının devamını sağlamaktadır.
İnsan ki, manevî hayatı için de gıdaya muhtaçtır. Ve işte Rabbü’l-âlemîn, aklının, kalbinin ve ruhunun ihtiyacı olan bu manevî gıdayı, bu rehberliği ve hakikat ışığını, arzın üstünde hayat süren elçilerinin eliyle insana sunmaktadır.
Fâtır-ı Hakîm, bütün kâinata halife olacak, bütün kâinata tecellî eden bütün güzel isimleriyle O’nu tanıyacak, bütün mahlukatın ettikleri ibadet ve tesbihatı hepsi adına O’na arzedecek kıvamda yarattığı insan adlı kulunu; öyle orta yerde bırakmış ve bırakacak değildir. En güzel kıvamda yarattığı insana, bu istidadını kâinat kadar geliştirip genişleteceği imkânları da vermiştir. En başta, topraktan bitirdiği gıdalarla onun bedenini doyurduğu gibi, Tur dağında ve şu ‘emin belde’de indirdiği âyetleriyle de, ona istidadını geliştirmenin yolunu, usulünü, adabını öğretmiştir. Kitabı ve resûlüyle O’nun insana bildirdiği bütün emirler ve yasaklar, öğrettiği ve emrettiği bütün ibadetler, işte ‘en güzel kıvamda’ yaratılmış insan bu kıvamda yaratılmışlığının gereğini yerine getirsin, bütün mahlukatın üstünde ve hepsinin halifesi olarak Rabbine müteveccih olabilsin diyedir. Bu yolda, mazereti de yoktur insanın. Küçücük bir incir çekirdeğinin bir duvar kovuğunda bile hayata tutup nasıl meyveye durduğunu, kupkuru zeytin çekirdeğinin en kıraç bayırlarda bile nasıl toprağa tutunup boy verdiğini gördüğü halde, yapamadım, edemedim, göremedim, bilemedim demesinin imkânı yoktur. Akılsız, şuursuz bu çekirdekler bile böylesi bir cehdi, gayreti ve duayı temsil ediyor iken, akıl ve şuur verilmiş, kalbi vicdanla desteklenmiş insan istidadını geliştirmiyor, vazifesini yapamıyor, hele ki yapmıyor ise bunun savunulacak yahut mazur görülecek bir tarafı yoktur.
Bilakis, en yüksek istidatla yaratılan, en büyük sorumluluğa da sahiptir. En güzel kıvamda yaratılan insan, bu istidadını kullanmaz, heba eder, çürütmeye kalkar ise, makamca ve itibarca incir çekirdeğinden yahut topraktan da aşağıya düşecek, ‘aşağıların aşağısına’ itilecektir:
“İncire ve zeytine andolsun, Sina dağına andolsun, bu emin beldeye de andolsun ki, Biz gerçekten insanı en güzel kıvamda yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.” (Bkz. Tîn sûresi, 95:1-5)
Ama bu, insanın kaçınılmaz kaderi değildir. Bu, ancak yaratıldığı toprakta boy veren bitkilere ve nimetlere bakıp ders çıkaramayan; ve yarattığı yeryüzünde kılavuz olarak indirdiği Kitaba ve yol gösterici olarak gönderdiği peygambere kulak asmayan insanlar için geçerlidir. En güzel kıvamda yaratılmışlığın bir tezahürü olarak soran bir akla ve ancak doğru cevaba ulaşıldığında huzur bulan bir kalbe sahip olmanın hakkını veren; arayan, bulduğunda ise bulduğu hakikatin gereğini yerine getiren, yani ‘iman eden ve amel-i salih işleyen’ kişiler, değil ‘aşağıların aşağısı’na itilmek, devamlı bir mükâfata mazhar olacaktır. Âlemler Rabbinin huzurunda olduğunun idrakiyle yaşadığı için bu dünyadan huzur devşirdiği gibi, Rabbü’l-âlemîn onu ebediyen kalıcı olarak sonsuz cennetlerde ağırlayacaktır.
Durum buyken, insan gerçeği nasıl görmezden gelebilir, kendini nasıl başıboş görebilir, nasıl tembelliğine ve gafletine mazeret uydurabilir, nasıl inciri ve zeytini, Sina dağı ve şu ‘emin belde’siyle yeryüzünün ettiği şahitliğe gözünü kapayabilir ve nasıl nebîler eliyle gönderilen haberi yalanlayabilir?
Yaratılmış olduğu en güzel kıvamı bozmadıysa, elbette böyle yapamaz insan. Bilakis, o en güzel kıvamın hakkını verip, Yaratıcısını en güzel sûrette tanır ve bu tanımanın bir nişanesi olarak O’na en güzel sûrette ibadet eder.
Yaratılmış olduğu en güzel kıvamı bozan, böylece kendilerine verilmiş bu emaneti ve hediyeyi heba edip mahveden insanlar ise, elbette bu yaptıklarının hesabını verecektir. Allah hakem, hakîm ve hâkimdir. Hükmedenlerin en iyi hükmedenidir. Ve yaptıklarına göre, kulları hakkında en güzel hükmü verecektir:
“İncire ve zeytine andolsun, Sina dağına andolsun, bu emin beldeye de andolsun ki, Biz gerçekten insanı en güzel kıvamda yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. İman edip salih ameller işleyenler hariç. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır. (Ey insan!) Böyle iken, hangi şey hesap ve cezayı sana yalanlatıyor? Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?” (Bkz. Tîn sûresi, 95:1-7)