Bir önceki yazımızda, bedene dair her türden bakım çabasının, asıl ihtiyacı gözlerden gizlediğini tespit etmiştik. Çünkü modern zamanlar bizi, ölümü düşünmeden hayat, ölüm ötesini düşünmeden dünya, ruhu düşünmeden beden üzerine yatırıma yöneltiyordu.
Bu yazımızda ise, “İnsan, bu sürecin esiri olmaya mahkûm ve mecbur mu? İradesiyle bu dayatmayı aşamaz, bu akıntıya karşı koyamaz mı?..” sorularına cevap arayacağız.
•••
Modern zamanlarda insanlar niye saçlarının rengi, yüzlerinin gerginliği, bedenlerinin değilse de ‘görünüm’lerinin ‘genç’liği üzerine bu kadar duruyor; belli bir görünüme ulaşmak üzere neredeyse günboyu aç dolaşmaktan bıçak altına yatmaya kadar türlü çeşit eziyeti bile isteye göze alıyordu?
Ve niye bu durum bir tarafta ‘blumia’ ve ‘anoreksia’ gibi hastalıkları, öte yanda ise ‘dismorfofobi,’ yani kendi bedeninden nefret etme gibi arızaları tetikleyecek kadar ilerlemişti?
Öte tarafta, nasıl göründüğüne aldırış etmek ne kelime, bilakis görünüşüyle insanları cezalandırmak adına habire yeme, habire kilo alma gibi bir tepkiselliğe yönelenler de vardı.
İfratıyla, tefritiyle; zihinsel, duygusal yahut fiziksel değişik türde ve dozajda ‘patoloji’ler içeren bir durumdu karşımızdaki.
Bunun görünürdeki en önemli sebebini ise, postmodern düşüncenin öncü isimlerinden Jean Baudrillard, ‘simülakr’lar ile anlatıyordu. Onun irdelediği üzere, sanalın gerçeğin yerini aldığı bir süreçti yaşanan. Filmler, diziler gerçek hayatı taklid ederek oluşturulduğu halde, durum tersine çevrilmiş haldeydi. İnsanlar, filmleri ve dizileri taklid ederek yaşıyorlardı artık. O yüzden kendi içten tebessümlerini yitirmiş, filmdeki oyuncuların ‘rol icabı’ zoraki gülümsemelerini yüzlerine yapıştırır hale gelmişlerdi. Üzüntü, hayret, sevinç.. bütün duygular için geçerli olan da buydu.
Yine sanalın gerçek üzerindeki bu tahakkümü yüzünden, insanların ‘güzellik’ tanımı da, farkına bile varmadan dönüşüme uğramış haldeydi. Sarının en çok satan saç boyası rengi olması, filmlerdeki kadınların ekseriya sarışın olmasıyla birebir ilgiliydi. Yine, nice nice kadının on santim, onbeş santim topuklu ayakkabılarla kendisine her türden ortopedik eziyeti yaparak yürümeye çalışması, filmlerde gördüğü boya kendisini yaklaştırmak içindi.
Jesti, mimiği, boyu, kilosu, saç ve ten rengi, yeme içme tercihi, ev döşemi, araba seçimi.. derken, filmlerde görülen gerçek hayatı biçimlendiriyor; sanalın gerçeğe hükmettiği bu süreçte, görüntü aslın, beden ruhun önüne geçiyordu.
Bir anlamda, istibdadın ve tahakkümün kaba saba bir surette değil, farkettirmeden hayatlarımıza hükmettiği bir süreçti yaşanan. Hayatlar, hisler ve düşünceler üzerindeki denetim inceleşiyor; başkalarının sunduğu görüntüler üzerinden biçimlenen insanlar ‘kendi seçimleri’ sanarak başkalarının dikte ettiği tarzı seçiyordu.
***
Bu, doğruydu. Ama açıklanması gereken bir soru vardı: İnsan, bu sürecin esiri olmaya mahkûm ve mecbur mu? İradesiyle bu dayatmayı aşamaz, bu akıntıya karşı koyamaz mı?
Bu mesele üzerine konuştuğumuz bir zeminde eşim, bu soruların başka cevapları mümkün de olsa tercihin niye ağırlıklı olarak bu yönde seyrettiğini şu cümlesiyle izah edecekti: “Olmak zordur, görünmek kolay.”
Olmak, zordu. Öğrenmek, bilgi edinmek, bu bilgiyi hikmete dönüştürmek, bu hikmeti merhametle yoğurup yaşanabilir kıvama eriştirmek, bütün bunlar zaman, sabır, feragat ve emek istiyordu. Ama iki boya, bir fırça ve topuklu bir ayakkabı ile ‘görüntü’yü kurtardığını düşünüyorsa kişi, hele ki ‘görünüyorum, öyleyse varım’ modunda yaşıyorsa, niye ‘olmaya’ çalışsındı ki? Modern zamanları ‘Çorak Ülke’ olarak algılayan T. S. Eliot’un anlattığı üzere, hayatın yerini ‘yaşantı’nın, hikmetin yerini bilginin, bilginin yerini malumatın, hatta malumatın da yerini verinin aldığı bir dünya değil miydi? Böylesi bir dünya, ruhu da elbette cesede boğdurur, sîreti de sûrete ezdirirdi.
***
Ama ne yaparsa yapsın, ölümü öldüremez, yaşlanmayı durduramazdı. Ölüm, gerçekti. Ömür ilerledikçe, Yaratıcının yarattığı kuluna verdiği bazı özellikleri azalttığı veya geri aldığı da. Bunu Yaratıcının bir yaratılış kanunu olarak bildirmiyor muydu sûre-i Yâsin. ‘Ömür verdikçe, yaratılış itibarıyla verdiklerimizi eksiltiriz.” diye buyuruyor; böylece bizim zannettiğimiz herşeyin aslında O’nun mülkü olduğunu ve hepsini O’nun adına kullanmamız gerektiğini bilmeye bizi çağırmıyor muydu?
Gelin görün ki, ölüm de, yaşlılık da, tenimizin pörsümesi de, adımlarımızın yavaşlaması da, yüzümüzü karşımızdaki aynaya değil, içimizdeki aynaya bakmaya çağıran mesajlardı bizim için. Yaratan, aslolanın beden değil ruh, sûret değil sîret olduğunu böylece tekrar hatırlatıyordu bize. Ruhun ülkesine hicret etmeye, ruhumuza ‘Elestu bi Rabbikum’ dediği ânın huzurunu hidayet üzere bir yaşayışla yeniden hissettirmeye yöneltiyordu.
Ama dışarıdan ne mesaj gelirse gelsin, kulak sağırsa duyamazdınız. Mektupta ne yazılırsa yazılsın, zarfı açmadan okuyamazdınız. İçinden gelmeyene, dışarıdan birşey yaptıramazdınız. Kendisine yardım etmeyen, sizin yardımınızı da boşa çıkarırdı.
Âlemlerin Rabbi, rahmetiyle, ruhun bakımına çağıran o kadar mesaj gönderiyordu işte. Ama bütün bu mesajlara karşı, Ernest Becker’a Ölümün İnkârı’nı yazdıran bir uygarlıktı dünyaya hâkim olan. Ölüm gerçeği apaçık ortada da olsa, başını kuma göm, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam et. Saçların beyazlamaya başlamışsa boya. Yüzün kırışmaya başlamışsa önce makyaj malzemelerinin, sonra estetik cerrahinin eline kendini teslim et ki, genç olmasan da ‘genç görün.’ Bu arada, yediklerine, sindirimine, egzersizlerine devam et; uzun yaşaman mümkün!
Böylece, ölümü düşünmeden hayat, ölüm ötesini düşünmeden dünya, ruhu düşünmeden beden üzerine yatırıma yöneltiyordu modern zamanlar bizi. Fani bir dünyada ölüm her hâlükârda kaderine yazılmış bir insan için, âyetin bildirdiği üzere ‘uçurum kenarına inşaat’tan farklı değilse de, buna yöneltiyordu.
Öyle ki, ölüm bizden uzak gözüksün diye, yaptırılan ‘bakım’ işlemlerinin, harcanan paraların haddi hesabı yoktu. Hadisin haber verdiği üzere, değil ‘gençliğinde dahi bir yaşlı kadar ölüm gerçeğinin farkında olarak dosdoğru yaşayan ‘en hayırlılar’dan olmak varken, ‘yaşlı olduğu halde gençlere benzemeyi’ iş edinen ‘en hayırsızlar’a sürekli yenileri ekleniyordu.
***
Ama gerçekti ölüm. İnsanın bu dünyada kalıcı olmadığı, gerçekti. Bu dünyanın kendisinin sabit ve kalıcı bir diyar olmadığı da gerçekti. Fani dünyada aslolan madde değil, taşıdığı anlam; fani hayatta aslolan beden değil, ruhtu. Ruh, beden hesabına zayıflaşır; beden, ruh hesabına inceleşirdi. Ruhun Elest Bezminde gördüğü hakikate bu dünyada ruhla birlikte şahitlik edip, bu hakikat yolculuğunda ruha tâbi ve yoldaş olan bir beden, cisimlerin ‘ruh kuvvetinde, kıymetinde ve hafifliğinde’ olduğu ebedî cennetlere kavuşurdu.
Ama bunun için, cilt bakımına odaklanmış, beden imgesine takılıp kalmış donanımlarımızın, dıştan içe, bedenden ruha bir yolculuğa; Kur’ân’ın rehberliğinde ve Resûlullah’ın kılavuzluğunda bir ‘ruh bakımı’ sürecine ihtiyaç vardı.
Genç kalmak mümkün değildi, ama ‘genç görünmek’ uğruna bu bakıma geç kalma riski vardı. Genç görüneyim derken, hakikati, bakıma ayıracak bir vaktin artık kalmadığı ölüm anı kadar geç bir vakitte görme riski hem de...
***
Öyleyse genç kalmanın imkânsız olduğu bu fani dünyada geç kalanlardan olmak istemiyorsak, yol belli.
Var mısınız ruh bakımına?
Hemen. Şimdi. Sürekli...