"Bedenimizin olduğu gibi, ruhumuzun da bakıma ihtiyacı vardır. Ruh, birbirine eklenerek olgunlaşmış bir dünya görüşüne sahip olmaya ihtiyaç duyar. Üzerinde ciddi çalışmalar yapılmış değer şemalarına ve bir "intisap hissi"ne kavuşmak ister. Bunların ötesinde ölümsüzlüğe inanmak ve ona göre bir tutum ve tavır takınmak ruhun ihtiyaç ve arzuları arasındadır."
En derin duygularımızın tahtı olan ruh, canlı bir manevi yaşamın getirilerinden haz alır ve fayda sağlar; eksikliğinde ise acı çeker. Bir çocuğa baktığımız gibi ruhumuza da bakmalı, ona nezaret etmeliyiz. Ruha bakmak deyince bundan anlaşılması gereken şey, akit ve hissî açıdan tatmin edici gerçek bir dindir.
Modern dünyada her nedense biz psikolojiyi dinden ayırma eğilimindeyiz. Duygusal problemlerin aileden, çocukluktan, başa gelen travmalardan ya da kişilikten kaynaklandığını düşünüyoruz. Ama bunların arasında maneviyatı da sayabileceğimiz hiç aklımıza gelmiyor. Örneğin duygusal bir rahatsızlığı asla "dini duyarlılık kaybı" ya da "dini farkındalık yetersizliği" şeklinde teşhis etmiyoruz. Şunu iyi bilmeliyiz ki canlı bir manevi yaşam, en derin duyguların merkezi olan ruha çok şey katar. Aksi halde bundan en çok zarar görecek olan yine ruhtur.
Söz gelimi; ruh, birbirine eklenerek olgunlaşmış bir dünya görüşüne sahip olmaya ihtiyaç duyar. Üzerinde ciddi çalışmalar yapılmış değer şemalarına ve bir "intisap hissi"ne kavuşmak ister. Bunların ötesinde ölümsüzlüğe inanmak ve ona göre bir tutum ve tavır takınmak ruhun ihtiyaç ve arzuları arasındadır. Ayrıca unutmamalıyız ki "aşkın" olarak pek tasavvur etmediğimiz nesiller boyunca aile mefhumunun parçası olan gelenek ve değerler üzerinde yükselen "aile ruhu" da maneviyattan beslenir ve gelişir.
Ne var ki maneviyat, çaba göstermeden tamam olmaz ve belli bir olgunluğa erişmez. Manevi hayat devamlı dikkat ister, bakım ister. Bu dikkat sayesinde ancak ruhumuzda gelişen değer ve manaları canlı tutabiliriz. Bu yüzdendir ki insanlar düzenli aralıklarla ibadet ederler. Çünkü insan bilincinin maddi dünyada bir şeye takılıp kalarak maneviyatı unutması çok ama çok kolaydır.
Aklın fikirleri benimseyip zekice üretimler yapması gibi, ruh da maddi tecrübeye dayanmaksızın hikmet ve belli bir duruş üreterek hayatı besler ve onu kendi içine sindirir. Dış dünya, ruh ve maneviyatımızı derinleştirmemiz için bir araçtır; bu amacın yerine gelmesi için sıradan günlük tecrübeleri, ruh "tecrübelerine" dönüştürmek çok önemlidir. Eğer hayat tecrübesi ile derin tasavvur arasındaki bağlarımız ve karşılıklı alışverişimiz yetersiz ise bize kalan sadece bir bölünmedir, hayat ve ruh arasında bir bölünme... Ki böyle bir bölünme, ömür boyunca ortaya çıkan belirtilerle sürekli kendisini belli edecektir.
"PSİKOLOJİK MODERNİZM"
Günümüzde profesyonel psikoloji hastalıklarının bir katalog içinde tasnif edildiğini görüyoruz. Kısaca DSM diye anılan bu katalog sayesinde doktorlar ve sigorta kurumları duygular ve davranışlarla ilgili problemleri belli bir kesinlik içinde teşhis edip standartlaştırabiliyorlar. Örneğin, söz konusu kataloğun son baskısında "uyum problemleri" adı altında yeni bir bölüm var. Bu bölümle ilgili problem şu ki, hayata uyum göstermek bazen ruh için ölümcül olabilir.
Bir gün ben de kendi DSM kataloğumu yapmak ve o kataloğun içine "psikolojik modernizm" diye bir bölüm koymak istiyorum. Çünkü psikolojik modernizm, modern dünya değerlerinin herhangi bir eleştiri süzgecinden geçirilmeden kabul edilmesidir. Bu kabulde teknolojiye kör bir inanç saklıdır, materyal zımbırtılara abartılı bir bağlılık vardır. Yine bu kabul, bilimsel ilerleme retoriğini eleştirisizce onaylar, elektronik medya önderliğini destekler ve reklamların dikte ettiği hayat tarzını benimser. Hayatların genelinde görülen bu yöneliş, kalble ilgili konuları da medyatik ve akılcı bir kavrayışa mahkum eder.
Bu modernist hastalıkta teknoloji, psikolojik problemlere çare bulma sürecinin esas metaforu olur. Modern bir insan terapiye gelir ve "Beni dinle, sadece sohbet ederek sorunumu teşhis ve tedavi etmeni istemiyorum. Kırılan bir şey varsa onu tamir edelim. Bana ne yapmam gerektiğini söyle, ben de onu yapayım." der. Bu insan şu olasılığı tamamen reddediyor: Bir ilişkide sorunun asıl kaynağı zayıflamış değer hissi ya da ölümü hazımda başarısızlık olabilir. Ki eğer sorun buysa, kişinin bu soruna bisiklet tamir etme mantığıyla yaklaşması sonuç vermez.
Ama ne yazık ki modern yaşamda düşünce biçimi budur. Modern yaşam tefekküre vakit ayrılmadığı, ruhun yedek parça olarak kabul edildiği bir yaşamdır. Terapist de iyi bir mekanik eğitimi almış, önündeki el kitapçığına bakarak problemleri çözen kişidir.
Modern hastalık insanları en son elektronik düzenekleri satın almaya sevk eder ve haberler eğlence ve dakika dakika hava raporlarıyla ruhun hava alma pencerelerine duvar örer. Çünkü bu tip şeyleri kaçırmamak hayati bir öneme sahiptir!
Halbuki enformasyon (malumat) ile bilgelik arasında ters istikamette bir ilişki söz konusudur. Bize enformasyon sayesinde daha sağlıklı yaşayacağımız telkin ediliyor ama biz kendi bedenimiz içinde sahip olduğumuz bilgeliğimizi kaybettik. Haber kanalları arasında dolaşıyor ve dünyanın değişik köşelerinde olan bitenden haberdar oluyoruz:, fakat dünya genelinde yaşanan problemleri kavramada ve çözmede yeterli bir bilgeliğe sahip değiliz. Üniversitelerde psikoloji bölümlerinde son derece gelişmiş akademik programlarımız var, ama aynı zamanda ruhun sırlarıyla ilgili ciddi bir hikmetli ve bilgece düşünme kıtlığı da yine bizde.
Ayrıca modernlik dokunduğu her şeyi, ele aldığı her konuyu düz ve sathi kavramlara dökme derdindedir. Örneğin, antik felsefeciler ve din bilginleri dünyanın kozmik bir hayvan, bedeni ve ruhuyla canlı ve bütün bir organizma olduğunu öğretiyorlardı. Fakat bugün biz dünyanın sadece küresel bir köy olduğunu öğretiyoruz. Günümüzdeki anlayış, dünyanın ruhu ilahî nefesle yaratılmıyor, fiber optikle yaratılıyor. Küçük bir köy evinde bile çatıya asılan bir tencere kapağıyla insanlar dünya üzerindeki her türlü spor ve eğlence olayına bağlanabiliyorlar.
Bütüncül bir kozmik kavrayışla birlik ve beraberlik duygusuna kavuşma yönünde müthiş bir manevi arzu hissediyoruz, fakat bu ince duyarlılığa kalb hassasiyeti yerine sathi donanımlarla ulaşmaya çalışıyoruz. Uzak yerlerdeki insanlar hakkında bilgi almayı istiyoruz, ama duygusal olarak onlara bağlanmayı hiç mi hiç istemiyoruz.
İşte bu yüzden dünya kültürleriyle ilgili yapılan tüm çalışmalar ruhsuz. Ruhsuzluğun kaynağı, müştereken paylaşılan insanlık bağı ve erdemin bir kenara bırakılması ve onun yerine bizi asla derinleştirmeyen, hislerimizi besleyip dönüştürmeyen enformasyonların konulmasında saklıdır. Ruh hayattan çıkarıldığı gibi eğitimden de çıkarılmıştır. Çünkü biz eğitimi sadece yetenek ve bilgiden ibaret biliyoruz. His ve tasavvur derinliği, bizim eğitim anlayışımızın sınırları içine girmiyor.
NORMAL GÜNDE KUTSALLIK
Modern hayatın bir başka yönü, birçok insanın yaşamından dinin emrettiği gerçek ibadetlerin çıkmış olmasıdır. Bu, maneviyata yönelik büyük bir tehdit olduğu gibi aynı zamanda sembolleştirme yoluyla değerler üreten ve tefekkür eden ruhu yıpratan bir şeydir. "Ruhun bakımı" deyince bundan anlamamız gereken şey, akli ve hissi açıdan tatmin edici gerçek bir dindir. Manevi ve ruhi yenilenmenin belli başlı yollarından biri, içinde yetiştiğimiz dini gelenektir.
Bazı insanlar kendi çocukluk gelenekleriyle hâlâ bağlı oldukları ve onlarla yaşadıkları için talihlidir. Ama bazıları din duygusundan tamamen kopmuşlardır. Çocukken yaşadıkları acı bir tecrübe ya da gerekli terbiyeden yoksun bir çocukluk geçirmeleri sonucu dinden soğumuşlardır. Ama yine de her geleneğin temel değer ve içgörüleri taze açılımlara açıktır. Zaten aksi halde günümüze kadar gelip bir "gelenek" olmazlardı. İşte böyle bir gelenek bizim manevi duyarlılığımızı devamlı olarak yenileyebilir ve canlı tutabilir.
Dinle ilgili iki türlü düşünme biçimi vardır. Birincisi; biz ilahi huzurda olmak ve o huzurdan hayatımıza bir şeyler katmak ve bir şeyler öğrenmek istiyoruz. İkincisi; dini uygulamalar bize doğrudan ve sembolik yoldan gündelik hayatın kutsal boyutunu görmeyi öğretiyor.
İkinci anlamda bakacak olursak, din bir "hatırlama sanatı"dır, her birimizde içkin olarak bulunan din hassasiyetini devam ettirmenin bir yoludur. Bazıları için din sadece ibadet anlarından ibarettir. Bu kişiler hayatlarını "ibadet zamanı" ve "iş zamanı" diye ikiye bölerek bir tür şizofreni yaşıyorlar. Fakat başka bazıları için din aralıksız devam ettirilen bir şeydir. Bu kişiler için ibadetin işlevi farklıdır. Onlar ibadet anlarını tüm haftaya yayılan bir esin ve ilham kaynağı olarak değerlendirirler.
Şimdi şu soruya cevap arayalım: Peki en sıradan ve adi bir yaşantıda ya da olayda kutsal boyutu nasıl yakalayabiliriz?
Bu, imanî bakış açısına sahip olmakla mümkündür. Herhangi birisiyle aramızdaki ilişkide adaleti tesis etmeye çalışırken, kainatın tamamında geçerli olan bir ilke için uğraştığımızı düşündüğümüzde, sıradan'a ilahî boyayı sürmüşüz demektir. Yemek yerken, onun ilahi bir ikram olduğunu aklımız dan geçirdiğimizde, yine kutsal bir iş yapıyoruz demektir. Veya odamızda yalnızken, din büyüklerinin tefekkür için tenha yerleri tercih ettiğini düşünürsek, yine oturduğumuz yerde kutsal bir zaman dilimi yaşıyor olabiliriz.
Özetle, "kutsal" ile "sıradan olan" bu şekilde ilişkilendirilmediği takdirde, din insan hayatından çok uzaklara düşer, alakasız bir yerde durur. Maneviyata ameli bir boyut katıldığı zaman insanlar son derece dindar olabilir ve tamamen sıradan ve normal gözüken yaşantılardan bir dalgıç gibi ulvi değerler çıkartabilirler.
Bu arada ibadetlerin bu noktada ne kadar önemli olduğunu takdir etmek gerekir. Çünkü onlar olmadan, kutsal sadece soyut ve ideal düzeyde kalır ve hayattan uzak olur. Kutsala yönelik hakiki duyarlılık yerleşik dini gelenekler olmadan yeşeremez.
İşte bu çerçeveye uygun bir hayat sürdüğümüzde, yaşadığımız dakikaları bakileştirme fırsatına da kavuşmuş oluruz.
(Thomas Moore)